Aslında denediğim bir şeydir, aynı gün içinde
; özellikle çok beğendiğim bir yemeğin,
içeceğin yada tatlının ikinci
porsiyonunu almak istemem. Çünkü asla ilki kadar keyif almayıp o ilk tadın
ağzımdan kaybolmasına neden oluyor.
Bunları bilmeme rağmen nasıl oldu da bu
hatayı yaptım bilmiyorum. İkinci kez İran’ a gittim…. Neyse hikayeye gelelim..
İlkini 9 yıl önce, Motosikletle yaptığımız İran turumuz bazı
nedenlerden dolayı yarıda kalmış ve görmeyi arzuladığımız bazı kentleri
göremeden geri dönmüştük. Ya o yolculuğun yarım kalması yada o zaman daha genç,
daha romantik bakışlarla bu ülkeyi izlemiş olmanın verdiği gazla İran bende /
bizde yarım bir hikayeydi. Onu tamamlamak gerekiyordu.
Bu yarım hikayeyi 9 sene boyunca her ortamda
ballandıra ballandıra anlattık, andık. Üstelik İran’lı arkadaşlarımız sürekli
bizi arayıp ne zaman geleceğimizi soruyorlardı. Sonunda karar verdik ve yol
hazırlıklarına başladık.
Yola çıkacak olan dört kişiden üçünün uçak
korkusu olması nedeniyle bu yolculuğu karadan araçla yapmayı planladık.
Aracımız Fiat Doblo 1,6 Dizel.
İlk önce gidip ülkemizin medarı iftiharı
Turing kurumundan Triptik belgesi aldık. Bu iş için kendilerine 400.-TL
bayıldık. Ayrıca 500.-USD depozit
bedelini’ de bankaya yatırdık. Yurt dışı çıkış fonları olan adam başı 50.-TL’
leri bankaya yatırdık. Araca bakım yaptırdık, muayenelerini de daha zamanımız
olmasına rağmen erkenden yaptırdık. Aracın port bagajını taktık, çeşitli kamp
malzemelerini özenle seçtik, kullanmayı düşünmediğimiz ama ihtiyacımız olur
diye çeşitli ilaçları çantamıza depoladık (en çok ihtiyacımız olacak şeyi, yani
sakinleştirici almayı unutmuşuz).
Seyahat tarihini özellikle belirlememiştik.
Bizim için sadece yola çıkış tarihi meğerse İran için çok önemli bir zamana
denk gelmiş. Muharrem ayı… Bunun ne kadar önemli olduğunu ancak oraya
gittiğimizde görecektik. Bizim seyahat tarihimiz yaklaştığında bir arkadaşımız
yola çıkmaktan caydı (akıllı kız). Biz ona rağmen üç kişi azimle yola çıktık. Ben,
Hilal ve Alp…
7.Eylül 2019 tarihinde önce Kadıköy’den sonra
Tuzla’ dan hareketle sabah 04.00 de yola çıktık. Çeşitli lay lay lomlarla
güzelce yol aldık. Sabah kahvaltısı için daha önceden Kurşunlu’da defalarca
durduğum ve her seferinde çok beğendiğim Şekerler Dinlenme Tesisini seçmiştim.
İlk hata… Tesis benim oradan geçmediğim zamanlar içinde çok ama çok geri
gitmiş.. keşke durmayıp daha ilerleseymişiz yada daha önce başka bir yerde dursaymışız.
Biraz daha ilerleyip Tosya ile Osmancık
arasında Kızılırmak nehrini gören bir noktada yol kenarındaki çay bahçesinde
durup temiz havanın kokusunu içimize çekiyor neşe ile kahvelerimizi
yudumluyoruz.
Çok
oyalanmadan yola koyulup Amasya girişinde Opet ’ten yakıt alıp Amasya çıkışında
Otobüslerin durduğu adını bilmediğim bir dinlenme tesisinde öğle yemeği molası
veriyoruz. Azimliyiz, Erzincan girişinde tekrar bir kahve molası, hava
kararmasına rağmen ısrar edip saat 20.30 gibi Erzurum’ a varıyoruz. Görmediğimiz zamanlarda bu şehre ne olmuş
böyle. Daha bir büyümüş, daha bir güzelleşmiş, daha modern, daha bir ışıl ışıl
olmuş..
Karnımız çok aç, oradaki insanlara sorarak
bir lokanta buluyoruz. Ye Gör Cağ Kebap… İlgi güzel, içerisi temiz, Et ehhh,
Lezzet ehhh, Fiyatlar bu lezzete göre fazla. Hiçbir şeye takılmayalım diyerek
kalkıp bir otel arıyoruz. Birkaç yere sorduktan sonra Hekimoğlu Otel’de yer
buluyoruz. Hilal hemen yatay pozisyona geçiyor, biz Alp’le gezmeye çıkıyoruz.
Önce Yakutiye sonra Çifte Minareli Medrese.. ardından eski Erzurum Evleri. Çok
hoşumuza gitse de daha fazla zorlamadan otele dönüp yatıyoruz.
Sabah
07.30 kahvaltı ardından yola çıkış saatimiz. Yol oldukça boş, günlerden Pazar
olmasının etkisi herhalde. Memleketimiz hakikaten güzel, daha önceden fark
etmediğimiz ve görmediğimiz yerleri gülümseyerek izliyoruz. Hızlı bir tempo ile
önce Ağrı, Doğubayazıt ve Gürbulak Sınır Kapısı…
Yol boyu arama ve kontrol noktalarının
sonuncusu Doğubayazıt girişinde, onu da geçip hevesle Gümrüğe gidiyoruz.
Yurt dışına çıkışlarda; Avrupa yönüne gidişin
aksine burada araç içindeki yolcu geçişleri ayrı, şoför ve araç geçişi ayrı
yapılıyor. Hilal ameliyatlı olduğu için
benimle arabada kalıyor. Alp ise arabadan inip gümrüğe gidiyor. Durumu polise
anlatıyoruz ve arabada iki kişi geçmemize müsaade ediyor ancak bu kez Banka’
dan aldığımız Yurt dışı çıkış makbuzlarına takılıyor. Neyse bize ve makbuzlara
inanmayıp, telefon açıp sorduğu diğer
polisler makbuzun geçerli olduğunu söyleyince pasaportlara çıkış damgası
vuruyor. Sonra Triptik işlemini yaptırıyoruz ve aracımızla geçiş kapısının
önünde bekliyoruz.
10
dk kadar sonra genç bir İran askeri kapıyı açıyor bizi İran sınırına alıyor.
İlk önce aracımızı arıyor ve “hoşgeldiniz” diyerek diğer araçların yanına
gönderiyor. Bizim gümrüğün aksine burada onlarca sivil insan var. Kimin
görevli, kimin polis kimin halktan olduğu belli değil. Hepsi birbiri ile
samimi… Bizim yanımıza Türkçe konuşan biri geliyor aracı şöyle çek şuraya koy
benimle gelin gibi komutlar yağdırıyor. O kişi ile (muhtemelen aracı biri) direkt pasaport polisine gidiyoruz ve
pasaportlarımıza giriş damgası vuruluyor. Sıra geldi araç işlemlerine..
Elimizde Triptik belgesi işlemi yapacak görevlinin yanına gidiyoruz. Adam
Triptiği açıyor ve bu eksik diye önümüze atıyor. “Gidin bunu doldurtun sonra
gelin” diyor… Anlamıyoruz. Nasıl yani ?? Sonra halimize acıyor ve lütfedip Triptiği
açıyor bize gösteriyor.
Medarı
iftiharımız Turing Triptik belgesini eksik doldurmuş… Türkiye ile ilgili
sayfayı ve kapağı doldurmuş ama Girilecek ülkelerle ilgili olan arkadaki sayfaları
doldurmamış…
“Ne
yapacağız” diyoruz.
“Yallah
Türkiye’ye” diyor.
Arabaya
yöneliyoruz.
“Hayır,
araba değil, o burada kalacak, sadece siz gideceksiniz. Evrağı doldurtup tekrar
geleceksiniz” diyor…
Araba Hilal’in üzerine olduğu için oda mecburen
geliyor, kös kös elimizde Triptik ve pasaportlar İran gümrüğünden çıkış damgası
vurduruyor, Türk tarafına geçiyoruz. Orada’da tekrar ülkeye giriş damgası
vurduruyoruz. Halimiz şöyle ; Hava buz gibi esiyor, yağmur yağdı yağacak, benim
üzerimde sadece bir tişört var, Hilal’ in ise baş örtüsü ve tesettür için
giydiği hırka. Arabamız ve Alp, İran’ da biz Türkiye’ de. Telefonlar çekmiyor
ve Alp’ le iletişimimiz sıfır….. Hilal rahatsız olduğu için yavaş yürüyor ben
yarı yürüyüp yarı koşarak yaklaşık 1 km. lik yolu alıyor ve Turing ofisine
ulaşıyorum. Kapıda 08.30 – 17.00 arasında çalıştığı yazılan ofis Kapalı…..
Soruyorum “yemeğe gitmiştir” deniyor.
Hilal nihayet nefes nefese geliyor ve ofisin önünde buz gibi rüzgarda
bekliyoruz. Bu sefer girişteki Polis geliyor “Burada bekleyemezsiniz, burada
durmak yasak” diyor… Epeyce bir dil döktükten sonra bana değil ama Hilal’ e
acıdığından ofisin yan tarafında durmamıza müsaade ediyor. Bekliyor, bekliyor,
bekliyoruz… Bu arada Turing’ e olan şükran ve sevgi duygularımı binlerce
sözcükle süslediğimi tahmin ediyorsunuzdur. Sonunda görevli geliyor ve konuyu
daha anlatmadan olayı anlıyor “hata bizde, bu hep oluyor” diyerek işimizi
yapıyor. Evrağı tekrar alıp aynı yolu bu sefer yokuş yukarı ve aynı hava
şartlarında nefes nefese katedip, gümrüğe tekrar varıyoruz. Sırada bekleyenlere
rica minnet öne geçiyoruz ve pasaport polisimiz tam çıkış damgasını vururken bu
kez “çıkış pullarınız nerede” diyor. Durumu anlatsak da “olmaz her pul bir
çıkış için” diyor. Koşa koşa gidip iki pul alıp geliyorum ve tekrar çıkış
yapıyoruz.
İran tarafındayız, kuyruğa giriyoruz. Sıra
bize geldiğinde Hilal pasaportunu uzatıyor adam damgalıyor işlemi yapıyor. Ben
uzattığımda “Sen İran’ a giremezsin” diyor… Nasıl yani… Bizim itirazlarımız ve
bağırış çağırışlarımız üzerine Hilal’ in pasaportu da alıyor ve “şurada oturun”
diye bizi az ilerdeki banka gönderiyor. Orada Türkçe bilen bir İran’ lı devreye
giriyor ve pasaport polisi ile konuşuyor. Sonuçta Triptik belgesi arasına
sıkıştırılan adam başı 50.- den toplam 100.-USD yi göstererek pasaportlara
damgaları vurdurtabiliyoruz. İçeri girdikten sonra bu sefer Triptik belgesini doldurtma telaşı başlıyor.
Aynı adamların değişik zamanlarda vurduğu mühürler, attıkları imzalar ve
değişik kişilerce üç kere aracın kontrolü sonucunda nihayet işlem bitiyor ve
geçiş izni alıyoruz. Son imzayı atan kişi son bir kez arabayı kontrol etmek
istiyor. Ancak saatlerdir bekleyen yağmur öyle bir bastırıyor ki 5 mt. ilerimizdeki
arabaya ulaşmak bile problem. Bu arada saatin 15.00 i geçtiği ve o saatten
sonra resmi dairelerin kapandığını, geçici plaka çıkartma işleminden vazgeçip
araçla kalış süremizi 10 güne sığdırmaya karar verdiğimizi o yüzden işlemlerin
bu kadar kısa sürebildiğini belirtmeliyim. Yoksa daha biz çok sürünürdük…
Nihayet hepimiz arabanın içinde buluşabiliyor
ve “içine ettiğimin memleketinden geri dönelim ne bu ızdırap” diye konuşuyoruz.
Sonra da “ Lanet olsun bu kadar katlandık kalalım bari” diyerek aracı sürüyoruz. Bazergan’ da mazot olmadığı için aracı Maku’
ya sürüyoruz. Orada bir benzinci büyük havalarla “bu Euro 5 mazot, İran’ ın
birçok yerinde bulamazsınız” diyerek depoyu dolduruyor. 45 lt. mazot
alıyoruz 27.000 Tümen tutuyor… yani 2,40 USD,
yani 14.-TL falan…. Eğer İran
mazot kartımız olsa ödeyeceğimiz para bunun yarısı olacaktı. Yuh bu ne diyerek yola çıkıyoruz.
Bu arada girdiğimiz her şehir ama her şehir
hatta şehirler arası yollar bile hız tümsekleriyle dolu. Bunun sebebi’ de
Manyak, Psikopat İran şoförleri… O kadar cahil cühela ve bir o kadar da
tehlikeli araç kullanıyorlar ki neredeyse yavaşladıkları tek yer bu hız
tümsekleri. Ona rağmen siz öndeyseniz ve hız tümseği için yavaşladıysanız da
size bozuk atıp sellektör falan yapıyorlar. Bir sürü hız tümseğini fark
etmediğimiz için, arabanın hoplamaları sonucunda klima borumuzun metal kısmı
sürtünme ile yırtılmış. Şehir içi yada dışı fark etmeksizin iki şeritlik yolda
minimum üç araç oluyor ve bahsettiğimiz araç hızları da minimum 60 km… bazı
yerlerde 140 km civarında… Dört şeritli (yan yana en az beş araç demektir bu)
yolda en sağdaki adamın hiçbir sinyal vermeden en sola girip karşı şeride U
çekmesi ise çok normal karşılanıyor. Sinyal veren araç neredeyse hiç yok… En
hızlı olmak bir prestij olarak görülüyor. Haliyle bütün Şoförler de bu prestije
layık olmaya çalışıyorlar. Buna kadın sürücüler de dahil. Tüm İran’da
gördüğümüz en iyi sürücünün İranlı arkadaşımız Semaneh olduğunu söyleyebilirim.
Tabi bütün bunları yazarken ülkenin güneyine indikçe sürücü kalitesinin de
nispeten iyileştiğini söylemeliyim. Eğer dağarcığımızın yettiği kadar ettiğimiz
küfürler yerlerine ulaştıysa binlercesinin kulaklarının kızardığını
söyleyebilirim.
Ülkede çeşitli marka arabalar var, bir çoğu
kendi imalatları. Eski Peykan’lar, Peugeot 405 , Peugeot 205, 206, Saipa,
Samand, Pars, Pride ve Renault bunların içinde benim anımsadıklarım. Birde
Zamyad diye bir kamyonetleri var ki anlatılmaz yaşanır… (söylendiğine göre
üzerinde 5 ton malzeme ile dağ tepe gidiyormuş) üzerinde inanılmaz yükle yolda
en sol şerit de ve çok süratli… Ayrıca yüzlerce eski Mercedes kamyonlar,
Amerikan Mack Tırlar, simsiyah bir duman salarak ama tam gaz üstünüze
geliyorlar…
Bizim gördüğümüz binek araçların tamamı
benzinli, dizel araçlar sadece otobüs ve kamyonlar. Eğer binek otoların içinde
dizel olanı varsa, biz hiç rastlamadık.
Hikayeye geri dönersek; şiddetini zaman zaman
epey arttıran yağmur, bozuk yollar, hız tümsekleri ve manyak İran sürücüleri
arasında hava kararırken Tebriz’ e ve arkadaşlarımızın yer ayırttığı İran Otele
ulaşabildik. Biz bu yolculuğumuzda Maps Me uygulamasını kullandık. Tavsiye
ederim gerçekten çok işe yarıyor, ancak arada bir kapatıp açarsanız daha iyi
sonuç alıyorsunuz. Biz birkaç kez başka başka yerlere gitmek durumunda kaldık.
Maps me sayesinde otele ulaşır ulaşmaz odalarımıza yerleşip ve arkadaşlarımızı
aradık. Otel sanırım iki yıldız ayarında, burada bilindik bir isim.
Bizler için en önemli özelliği odamızdaki
tuvalet de klozet olması (İranlılar bu tuvalete Frengi diyorlarmış). Ancak duş için ayrılan bir bölüm, duşakabin
yada duş perdesi falan yok. Banyonun ortasında yıkanıyorsunuz, sizden sıçrayan
sular, lavaboya, klozete çarpıp size tekrar geri dönüyor… Siz sıçrayan bu
sulardan kurtulmak için biraz daha su dökünüyorsunuz, sizden akan sıçrayan
sular size tekrar geri dönüyor, yani bu kısır döngü devam edip duruyor. Ayrıca
size tuvalet ve banyo terliklerini anlatmam gerek. Banyoda bir çift plastik
terlik var, kullanılmaktan rengi beyazdan kahverengiye doğru dönmüş ama
misafirler kullanabilsin diye hala yerinde… İlk önce banyolardaki bu duş ve
terlik olayına şaşırmaktan ziyade garip diye baksak da bunun tüm İran gezisinde
karşılacağımız bir uygulama olacağını elbette hesaplayamamıştık. Evet,
sadece Şiraz’da kaldığımız bir otel hariç tüm otel banyolarında duş aynı
şekildeydi (hatta bazısında klozet yerine alaturka tuvalet taşı vardı) ve banyo
terlikleri olmazsa olmazdı. Daha sonra bu uygulamanın evlerde de aynen devam
ettiğini gördük. Otel neyse de (çünkü odada kalan insan sayısı belli ve kendi
terliklerinizi kullanır yada ayakkabı ile içeri girersiniz) evlerde durum daha
zor. Çünkü evlerde insanlar duş yapıp çıktıklarında, elbette o plastik
terlikleri kullanıyorlar, siz daha sonra o banyoya gireceğinizde ıslak terlik
ve her tarafından sular akan bir tuvalet taşı ile karşılaşıyorsunuz. Düşünün;
kendi terliğinizi giyemiyorsunuz, birincisi yerler ıslak, dışarı o terlikle
çıkamazsınız etraf ıslanır, ikincisi orası aynı zamanda WC, ev sahipleri orada
kullandıkları terlikleri ev içinde giymiyor dolayısıyla sizde giyemezsiniz.. Üçüncüsü
ıslak bir tuvalet taşı karşınızda, kullanabilmek için önce onu temizlemeniz gerekiyor…
Pantolonunuzun paçalarının ıslanmasını önlemenin tek çaresi onu çıkartıp
banyoya öyle girmek. Onu da yapamadığınıza göre iki seçeneğiniz var, birincisi;
çişiniz yada kakanız gelse bile kendinizi sıkmak, ikincisi ise evdeki diğer
alaturka tuvalete girmek, onda da artık alışkanlıklar kaybolmuş, oturup
kalkamıyorsunuz. Bunun sonucunda iki kişi kabız, bir kişi de ishal olduk… Kabız
olanlar bir nebze şanslıydı çünkü tuvaleti kullanma sorunu ortadan kalkıyordu
ama ishal olanımız gerçekten çok çile çekti. Ev sahipleri ise bu durumu normal karşıladıkları için elbette
sizi anlamıyorlar hatta sizin bu titizliğinize anlam veremiyorlar.
Şimdi, sizler
bu yazıları okuduktan sonra dahi “ay ne güzelmiş, hadi bizde gidelim”
diyecekseniz sizlere son günlerin popüler sporu Squat hareketi çalışmanızı
tavsiye ederim. Böylece ülkenin nerdeyse tamamındaki alaturka veya alafranga
tuvaletlere oturmadan çişinizi yada kakanızı yapabilir, oraya buraya tutunmak
zorunda kalmazsınız. WC lerle ilgili son not, en kötü benzin istasyonundan
evlere, otellerden lokantalara kadar tüm WC’ lerde seyyar taharet borusu ve
bataryası var. Üstelik % 95 çoğunlukla sıcak su bağlantılı… Kısacası kakanızı
yapmak yada yapabilmek çooook zahmetli ama popo yıkamak keyifli olabilir. Ayrıca
neredeyse tamamında merkezi sistemle dağıtılan sıvı sabun var.
Arkadaşlarımıza geri dönersek, telefon
konuşmamızdan biraz sonra geldiler ve otel lobisinde hasret giderdik. Daha önceden hep birlikte zaman
geçirdiğimiz için konuşacak epeyce bir şey oluyor.
Arkadaşımız
Nader, bizim 9 sene öncesindeki yolculuğumuzda, Tahran’da tanıştığımız ancak
aslen Tebrizli biri. Nader çok güzel Türkçe konuşmasının yanında İngilizce ve
Almanca biliyor. Geçimini de bu dillerden tercümanlık yaparak kazanıyor. Karısı
Semaneh ise Nader’den birkaç yıl sonra tanıdığımız çok akıllı, çok tatlı bir
insan. Aslen Meşhed’ li. Kendisi tüm İran’da gördüğüm en iyi sürücü. Ufku ve
modernliği ise kesinlikle Nader’ den daha geniş. Nader bir çok ülkeyi gezmiş,
gerek ülkemizi gerekse gittiği diğer ülkeleri ve oradaki yaşamı özümsemiş olsa
da, ülkesinin meselelerine bir batılı gibi bakmış olsa da daha gelenekçi,
Semane ise kesinlikle daha modern. Oğulları Sehend (Bu Tebriz’deki bir dağın
ismi ve çok popüler bir isim) ise artık 5 yaşında, kocaman olmuş, çok güzel,
çok akıllı bir çocuk ama bir çok yaşıtı gibi ele avuca sığmıyor. Çoğunlukla o
bizim, biz onun dilini çok anlamasak da kendisiyle bayağı oynadık. Bu arada bizim fıkralarımızın çoğunda yer alan
Karadenizli tiplemesi, İran’ da Tebrizli’ ye dönüşmüş. İran’ da özellikle
Tebrizlilerin cimriliği çok meşhurmuş. Elbette arkadaşımız Nader de bu
tiplemenin içinde yer alıyordu. Arkadaşlarımız; şu anda Meşhed’ de yaşıyor
olmalarına rağmen, hem Nader’ in ailesini ziyaret etmek, hem de bizleri
karşılayarak beraber vakit geçirmek için o kadar uzun yoldan Tebriz’ e
gelmişlerdi.
İran’da şehirler arası mesafeler çok uzun.
Düşünün Tebriz ile Meşhed arası yaklaşık 1500 km. Ancak İran hükümeti bu uzun
yolları araç sürerek gitmek istemeyenler için bir çözüm yolu bulmuş. Trenle
araç taşımacılığı yapılıyor. Hemde neredeyse tüm şehirler arasında. Araç
yüksekliği 160 cm kadar olan binek tipi
araçlar çok ama çok ucuz bir fiyatla bir şehirden diğerine taşınıyor. Bu arada
araç sahipleri ister aynı trende kendi kompartımanlarında, isterlerse hava yolu
ile gidecekleri yere ulaşıyorlar (Aynı bizde motosiklet bile taşımak istemeyen
TCDD gibi değil mi?). Bizim aracımız hem yüksek hem de üzerinde portbagaj
olduğundan biz bunu deneyimleyemedik
Arkadaşlarımızla yerel bir lokantaya gidip
akşam yemeği yiyoruz. Menü Urfa benzeri acısız et kebap ve tavuk şiş, elbette
yanlarında pilav. Bilenlerin affına sığınıyor bilmeyenler için anlatıyorum.
İran pirinci bizdeki pirinçten farklı. Onlarınki ince uzun, bizimkilerse daha
tombul. Lezzet farkları pişirilme şekliyle değişse de, bence bizim pilavlarımız
kesinlikle çok daha lezzetli. Orada yediklerimiz ise farklı bir lezzet,
üzerlerinde safran tanecikleri, yanında ayrı getirilen küçük bir tereyağı
paketi.. dediğim gibi farklı bir lezzet. Ve Ekmek.. Ekmek olarak masaya Lavaş
geliyor. Ancak görüntüsü hani balonlu ambalaj naylonları var ya, aynen öyle,
tadı ise ehh (sunta’ dan hallice). Gittiğimiz tüm şehirlerde bu ekmeğe bolca
rastladık ve ister istemez alıştık. Yemek sonrası biraz daha sohbet, Semane’
nin bizler için seçtiği görülmesi gereken yerler listesi ve ertesi sabah
buluşmak üzere ayrılış…
Bugün hava kapalı olsa da yağmur yoktu. Otelimizdeki
sabun benzeri beyaz peynir, reçel, iki dilim domates ve ıhlamur rengi bir çayla
kahvaltımızı yaptıktan sonra arkadaşlarımızla buluşup bugünkü gezi yerimiz olan
Kendovan’ a doğru yola çıktık. Yola çıkmadan önce okuduğumuz bir sürü gezi
yazısının kimi Kendovanı yere göğe
sığdıramıyor, kimisi de buraya gitmeyi zaman kaybı görüyordu. Kendovan Tebriz’
den yaklaşık 60 km. mesafede bir bölge.
Kaba bir benzetmeyle bizim Kapadokya yöresine benziyor. Ancak Kapadokya’ ya
oranla çok küçük bir yer ve buradaki koni yerleşimlerin üzerinde şapkalar yok.
Buranın bana en ilginç gelen kısmı çok küçük ve dik bir yamaçta bulunan bu
tepelerin şu anda ev olarak yoğun kullanımda olmasıydı. Bir yamaçta yerleşim
alanı, aşağıda oldukça geniş akan bir dere ve yeşillikler açıkçası çok muhteşem
bir görüntü olmasa da güzeldi. Esas bizim için güzel ve ilginç olansa burada
rastladığımız Muharrem Ayı Etkinliklerinden olan Kerbela şehitleri için yapılan
Matem Töreni oldu. Bu tören sırasında önde üzerinde Kerbela için çeşitli
yazılar olan bayraklar ve pankart taşıyan insanlar, onların arkasında elinde
mikrofonla bu günün acıklı hikayesini anlatan bir anlatıcı, daha arkada temsili
sandukayı taşıyan ve onun etrafında ellerindeki zincirlerle kendilerini döven
insanlar. Daha arkada cenazenin ardından yürüyen erkekler, en arkada ise kadınlar. Bu insan
grubunun içinde anne yada babalarının kucağında bebekler de var.
Neredeyse herkes matem nedeniyle siyah
giyinmiş durumda zaten ülkenin tamamında bayrak direklerinde siyah bayraklar
asılıydı. Tüm radyo ve TV kanallarında matemle ilgili programlar vardı.
Bu grup geçerken o daracık Kendovan
sokaklarında onlarca hayvan kesildi. Kan yukardan aşağıya neredeyse Kendovan’
ın tüm taşlarını yıkadı diyebilirim. Orada kesilen hayvanlardan akan kan belki
de tüm Kerbela’da akan kandan fazladır desem abartmamış olurum. Sıra dualara
geldiğinde; anlatıcının sesi mikrofondan dolayı ve telaffuz’ dan dolayı farklı
gelse de söylediği duaların içinde duyduğum bir bölüm çok hoşuma gitti
“hepimizi edepli yaşat yarabbim”. Ne hoş değil mi artık unutulan bir şey Edep…
Grup dağıldıktan sonra kanların arasından yukarı tırmanıp biraz resim çektik.
Buradaki peri bacalarına plastik pencereler takılmış olsa da, sokak araları elektrik
telleriyle donanmış olsa da bir çoğunda ahşap kapılar yerinde duruyor. Bu
haliyle ve yaşadığımız görüntülerle
hakikaten çok farklı bir ruh haline büründük diyebilirim. Bir çok İran kentinde
bu törenlere rast geldik ama en samimisi sanki buydu. Çünkü bazı törenlerde
normal dururken resim çektiğimizi görünce ağlamaya başlayan insanlar da
gördük…. Kendovan’ ın balı çok meşhurmuş ama her yer tören yüzünden kapalı
olduğu için tatma yada satın alma şansımız olmadı.
Tören ve gezimiz bitince hadi bir kahve yada
çay içelim istedik ve Semane’ nin önderliğinde yol üzerinde bir köyün içine
daldık, köyü bitirip sahibini kimsenin tanımadığı bir bahçeye daldık. Orada bu
cins hareketler normal sayılıyor. Her araba bagajında muhakkak bir yer örtüsü
ve sıcak su termosu bulunuyor. Uygun gördükleri her yerde durup örtülerini
serip kısa bir mola veriyorlar. Giderken de tüm çöplerini bırakıp gidiyorlar.
Yol kenarında gördüğümüz tüm yeşillikler çöp doluydu. Aynı yere gelen
insanların o çöp içinde oturmaları ve rahatsız olmamaları ise ayrı bir tez
konusu. Burada da onların arabasından örtü bizimkinden kamp sandalyeleri çıktı,
sohbetimiz çay kahve ile süslendi. Sadece biz toparlanıp giderken çöplerimizi
de topladık. Sonra ver elini Tebriz önce öğle yemeği için yer arama (çünkü her
yer kapalı) ve benzinliklerde mazot arama macerasına. Şaka gibiydi. Neredeyse
tüm Tebriz'i dolaştık yemek yiyecek yer için, sonrada mazot bulacağız diye,
kime sorsak yok. Sonunda yaklaşık 2 saatlik arama sonucunda bulabildiğimiz ve
Euro 4 olduğu iddia edilen kamyon mazotuna razı olduk.
Otelimize dönüp biraz dinlendik. Akşam
yemeğine Nader’in annesine davetliyiz. Saat
19.00 gibi yola koyulduk. Yaşasın Maps Me; sayesinde çabucak hedefe
vardık. Nader’ in ailesi ile çabucak kaynaştık. Annesi çok konuşkan, çok
sevimli bir kadın. Babası ise çok
konuşmasa bile çok güleç ve gözlerinden muziplik pırıltıları akan bir adam.
Zaten seyrettiği Türk filmlerinden Kemal Sunal’ a bayılıyormuş. Annesi geleceğiz diye zahmete girip bir sürü
yemekler yapmış. Yemek öncesi kuru yemişler, meyveler ve şerbet ikram etti
bize. Her ne kadar Sehend ay çekirdeklerini çalıp bizden saklasa da bunlardan
epeyce atıştırdık. İran’da yemek yerde oturularak yeniyor. Bu evlerde masa
olmamasından kaynaklanmıyor, alışkanlıklar gelenekler böyle. Anadolu' da (hatta belgesellerden gördüğüm kadarıyla Asya’
nın bir çok yerinde) yerde yemek yenir ama genellikle yere serilen bir örtü ve
üzerinde yerden yukarıda bir sini yada tepsi olur. Ben çocukken böyle yemek
yediğimi bilirim. Burada öyle değil. Pazarda
yada dükkanlarda satılan rulo şeklinde incecik bir naylon örtüleri var. Ondan
bir parçayı koparıp açıp yere seriyorlar, üzerlerine de yemekler konuluyor.
Toplarken de, dört bir tarafından toplanıp bohça şeklinde yallah çöp, aslında
oldukça pratik. Tabii yere oturmakta zorlananlarımız hariç. Yemekte ise daha
önce içmediğim tat ve tarifte nefis bir çorba, ardından salçalı fırınlanmış
tavuk butları, adını hatırlayamadığım salatalar ve elbette pilav. Ancak burada
Alp ve benim en büyük favorimiz Pilav tenceresinin dibine döşenmiş ve pilavla
birlikte pişip kızardığı anlatılan yufka parçaları oldu. Kıtır kıtır olan bu
lezzet hakikaten çok değişikti. İtiraf etmeliyim burada yediğimiz yemekler
İran’da yediğimiz yemeklerin en güzeliydi. Yemek sonrası çaylar derken kalkma saatimiz
geldi ve otele döndük.
Sabah aynı lezzetsiz kahvaltıyı yapsak da
artık akıllandığımız için yakındaki marketten alış veriş yaparak arabamıza
zulalıyoruz. Çok geçmeden arkadaşlarımız geliyor ve beraberce yola çıkıyoruz. Hava
yol için mükemmel, ne sıcak ne soğuk, bulutlar var ama yağmıyor. Hedefimiz
Astara ancak Semane’ nin bize önerdiği bir yer var. Önce oraya uğrayacağız.
Tebriz çıkışındaki manyak sürücüler yavaş yavaş azalıyor, müthiş dağ
manzaraları eşliğinde yol alıyoruz. Yaklaşık olarak 3 saat yol aldıktan sonra
bir köy yoluna sapıyoruz. Daracık toprak sokaklarda, gerek arabamızdan İran'da
hiç olmaması gerekse Türkiye plakası taşımasından ötürü bize garip garip bakan
insanlar derken köy bitiyor ve bayağı yüksek bir tepeye tırmanıyoruz. Burası
Shahar Yeri.
Shahar Yeri / Şehir Yeri olarak bilinen bu
yer 65 km. ilerdeki Erdebil ilinin en geniş tarihi bölgesiymiş. Yaklaşık 400
hektar alanındaki bu bölgede Qosha adında bir tepe ve üzerindeki tapınakla
benim görmediğim bir kale ile yakınlarında birde mağara varmış. Bu tepe M.Ö. 7000 yılına tarihleniyormuş.
Burası İran' ın kuzey batısındaki en önemli ulusal anıtlarından birisiymiş. Bazı incelemeler burasının astronomik
sebeplerle inşa edildiğini ortaya koymuş. Burada bizim gördüğümüz insan figürlü 300
civarında taş vardı. Gerçekten çok ilginçti. Buraya giden Türklerin sayısını
bilmem ama milyonlarca İran' lıların bile burayı bildiğini sanmıyorum.
Yanımızda Semane ve onun rehberliği olmasa biz asla burayı bulamaz ve
gidemezdik.
Tur sonrası arabamızın arkasına piknik
masamızı açıp, sandviçlerimizi hazırlayıp öğle yemeğini ifa ettik. Tekrar yola
çıktığımızda hava biraz daha kapatmıştı. Erdebili geçtikten sonra Astara’ ya
yaklaşırken birden o görkemli ama üzerinde hiçbir şey olmayan bomboş dağlar
bitti ve Karadeniz dağlarını kıskandıran müthiş bir manzara başladı.
Yemyeşil yamaçlar, sisli dağlar, virajlı
yollar inanın çok güzeldi. Tüm İran’da buradan daha yeşil bir alan görmedik.
Yol kenarında manzaranın tadını çıkartmak için biraz duruyor ve resim çekip
yola devam ediyoruz zira hava kararmaya yüz tutuyor. Virajlı yol yukarıdan
aşağıya inerken yolun solunda tel örgüler görüyoruz. Sonradan kilometrelerce
uzanan bu tel örgülerin Azerbaycan’ la olan sınır olduğunu öğreniyoruz. Manyak
sürücüler elbette bu yolda da varlar ve bu kez otobüs de sürüyorlar. Nihayet Astara’
ya varıyoruz. Şehir girişinden itibaren onlarca kişi ellerinde kiralık villa
yazan yazılarla arabaların önüne atlıyor. Yolun bir kenarı kilometrelerce
uzanan pirinç tarlalarından oluşuyor diğer yanda ise evlerden dolayı
göremediğimiz Hazar denizi / gölü olmalı.
Yol kenarında duruyoruz, arkadaşlarımız
internet üzerinden ev kiralamaya çalışıyorlar. Bir süre sonra buluyorlar ama
başka bir şehirde. Oraya sürüyoruz, karanlıkta uzun bir süre aradıktan sonra
nihayet tuttuğumuz villaya ulaşabildik. Ev kocaman bir bahçe içinde,
yanımızdaki binada da ev sahipleri oturuyor, bahçede kivi ağaçları var. Burası;
kocaman bir salonu, amerikan mutfağı, birisi büyük iki tane yatak odası, garip
bir banyosu (sadece içinde duşu olan bir tarafı soyunma alanlı ama kapı yerine
perdesi olan) ve evin dışında kapısı kapanmayan manzarası karşı ev olan bir
tuvaleti olan bir villa. Burayı tutarken içinde Frengi denilen klozet olduğu
söylenmişti, yalan oldu… Ama ev sahipleri açılır kapanır ayaklı bir hasta /kamp
klozeti getirerek sözlerinin doğruluğunu ispatladılar. Bu ev apart olarak
kiralanmıştı ama gerek mutfak dolapları gerekse evin içindeki tüm dolaplar
kilitliydi. Gecenin o saati artık dışarıda açık bir yer bulamayacağımızdan ev
sahiplerinden tencere istedik, arabamızdaki makarnaları bulduk ve pişirdik.
Makarnalar da nedendir bilmem gayet hamur oldular ama çaresizlikten yemek
zorunda kaldık. Yatak sayısı yeterli olmadığı, dolaplar da kapalı olduğu için
büyük yatak odasını Nader’ lere verip, küçük yatak odasını Alp’ e verip bizde
salondaki kanepelere uyku tulumlarımızı sererek yatmayı tercih ettik. Burada
villa kiralamak bizim açımızdan gereksiz bir yorgunluk ve masraf oldu, bu fiyata otelde çok daha rahat bir gece
geçirirdik. Sanmıyorum ama olurda
giderseniz siz benzer bir hataya düşmezsiniz diye umuyorum.
Sabah bakkal bulup, bir şeyler satın alıp
iyi kötü kahvaltı yaptık ve yola çıktık. Şansımıza hava buz gibi esiyor ve
yağmur çiseliyor. Yola çıkarken gördüğümüz ilk boşluktan Hazar kıyısına indik.
Kolay değil kilometrelerce öteden gelmişiz, Hazar’ a dokunmamak olmazdı.
Maalesef Hazar’ ın hırçınlığı üzerinde olduğundan, içine girip yüzemedik ama
biraz kumlara dokunduk, resim çektik, anı diye iki tane kabuk aldık ve tekrar
yola çıktık.
Tabi ki hayaller başka oluyor, gerçekler
daha başka. Biz bu yola çıkarken Hazar kıyısında yerleşim olduğunuz biliyorduk
ama daha çok Edremit İzmir arası gibi
ara ara yerleşimler olan doğal güzelliklerin ön planda olduğu nispeten boş bir
sahil yolu hayal etmiştik. Halbuki burada neredeyse evlerden deniz görünmüyor,
yerleşim yerleri birbirine yapışmış hangisi nerede başlıyor, nerede bitiyor
belli değil. Yağmur yağıyor, hız tümsekleri her yerde, manyak sürücüler deseniz
hiç eksik olmuyorlar ki, her zaman her yerdeler. Burada yaşayanların yada
gezmeye gelenlerin gerek kıyafetleri, süsleri, gerekse genel tavırları
Tabriz’den daha farklı (modern) olmaya başlasa bile trafikte hepsi aynı.
Önce Bandar-e Anzali diye bir yere
geliyoruz. Burası bu bölgedeki en önemli liman. Burada çok güzel bir göl daha
doğrusu bir lagün olduğunu biliyoruz ama şansımıza yağmur yağıyor.
Arkadaşlarımız istersek tekne gezintisi yapalım diyorlar. Hoş olabilir diye bir
an düşünmedim değil ancak tekneleri ve suyun üzerinde nasıl gittiklerini görünce
derhal vazgeçiyorum. Burada biraz zaman geçirip, öğle yemeği için pizza seçimi
yapıp tekrar yola koyulduk. Hedef Calus.
Bugünkü yolumuz toplasanız 370 km. ama sürüş süresi yaklaşık 9 saat…
Trafik ve insanlar anlatılamaz…. Calus’ da Nader’ lerin arkadaşlarına uğrayıp görüşeceğimizi biliyoruz. Yağmur altında, hava karardıktan sonra oraya ulaştık. Bizimkilerin arkadaşları Maryam ve Murteza. Maryam bir AVM de çalışıyormuş, Murteza ise IT uzmanıymış. Çok genç bir çift. Biz oraya gittiğimizde sadece Murteza evdeydi, bizi evlerine davet etti ve ortadan kayboldu. Birazdan Semane, gayet rahat duşunu yaparak banyodan çıktı ve geceyi orada geçireceğimizi söyledi. Doğrusu ilk kez gittiğimiz bir yerde bırakın kalmayı ev sahipleri yokken duş almak bile bize yeterince fazlaydı. Biz yakın bir otele gitmek istediğimizi onlar istiyorlarsa orada kalabileceklerini söyledik arkadaşlarımıza, onlar da tamam falan dediler. Düşünün bu konuşmalar olurken ev sahipleri de ortalıkta yok üstelik. Derken Maryam işten eve geldi, hoş geldin faslından sonra ikram faslı başladı, bu arada Murteza’da alışverişten döndü ve yemek hazırlığına girişildi. Burada da yine yer örtüsü serildi ve oturarak yedik yemeğimizi. İran’ daki sabun benzeri peynirlerden farklı olarak ilk ve son kez burada taze kaşar ya da cheddar benzeri bir peynir yiyebildik. Yemek sonrasında biz ısrarla otel konusunu açsak da atlatıldık ve geceyi orada geçirmek zorunda kaldık. Yanlış anlaşılmasın evde kalmaya değil itirazımız. Hiç tanımadığımız iki insanın evine, arkadaşlarının arkadaşları olarak gidip, yatmak, akşam yemeği, sabah kahvaltısı yapıp sonra da çekip gitmek bize ters gelen. Yoksa ev sahiplerimiz cıvıl cıvıl iki tatlı genç insan. Sabah erkenden Murteza işe gitti, Maryam ise sanırım bize kahvaltı hazırlamak için evde kaldı. Semane önce Hazar kıyısına yürüyüşe kahvaltı arkasından da alışverişe gitti. Nader, Sehend ve Alp de hazar kıyısına indiler bizde dinlenip enerji kazanmaya çalıştık, bu arada adını hiç bilmediğimiz bir tv kanalında, hiç duymadığımız Türkçe pop müzik parçaları yayınını seyrettik.
Nihayet tekrar toplandık, Murteza geldi
teşekkürlerimizi ettik, anahtarları teslim ettik ve yola çıkabildik. Hedefimiz 900 km. ötedeki Meşhed ama
beceremezsek yolda konaklayacağız. Sari diye bir şehre geldiğimizde Semane, Damghan’ a giden bir dağ yoluna saptı. Yağmur,
daracık bir dağ yolu, büyük araçlardan sıçrayan çamurlu sular, manyak sürücüler
ve bol viraj derken aniden bastıran sis yolculuğu expedition havasına soktu. Artık
gece oldu, neden bu yola girdiğimize dair hiçbir fikrimiz yok, sadece
gidebildiğimiz kadar gidiyoruz. Dağ başında bulduğumuz bir lokantada günün ilk
yemeğini akşam yemeğimizi yedik (Bu kez yağda kızarmış tavuk ve pilav) ve
tekrar yola koyulduk. Yolda oldukça yorulan diğer arabadaki Semane’ nin yerine
Alp’ i öbür araca sürücü olarak transfer ediyoruz. Amacımız biran önce Damghan’
a varmak. Ancak oraya vardığımızda kalacak otel sorduğumuz birkaç yerden
olumsuz cevap alınca bir sonraki şehre Shahroud’ a gitme kararı alındı. Yolda bir ara Alp gaza gelip 500 km ötedeki
Meşhed’ e sürmeyi önerse de bu teklif kabul görmedi ve Shahroud’ da bir otel
bulmayı başardık. Bugün gidebildiğimiz yol yaklaşık 450 km ama yaklaşık 10
saattir araba üzerindeyiz. Otelin fiyatı
iyi (iki kişilik oda 20.-usd cıvarında) üstelik odalar da çok güzel. Odaya
nasıl çıktığımızı ve nasıl uyuduğumu anımsamıyorum bile.
Güzel bir uyku sonrası, aldığımız duş bizi
kendimize getiriyor. Kahvaltıda yan masadaki bir grup motosiklet sürücüsü ile
Türkçe sohbet ediyoruz. Bizim de motosiklet kullanmış olmamıza ve İran’ a motosikletle gelmiş olma hikayemizi çok
seviyorlar ancak esas konu İran’ daki motosiklet fiyatları.
Tekrar yola koyuluyoruz. Günler sonra artık
hava açıyor. Yol kenarında hiç alışık olmadığımız tabelalar “Dikkat Pars Çıkabilir”. Evet yanlış okumuyorsunuz, burası İran Parsı
koruma alanı, yolumuz da geçiş bölgesi içinde. Çişi gelen olursa dışarı
çıkmasın diye şakalaşıyoruz. Aslında çok da hoşumuza gitti. Anadolu' daki
varlıkları yok yere imha edilen bu hayvanların burada yaşıyor olmaları çok
güzel.
Az daha gittiğimizde bu kez “Dikkat Deve Çıkabilir” tabelaları. Gerçekten de bir süre sonra yabani
bir deve grubuna rastlıyoruz. Bir kısım insanlar araçlarından inmiş uzaktan
resim alırken, bir kısmı develerin yanına kadar gitmiş onlara yiyecek ikram
ediyor bile. Bizde önce uzakta dursak da
sonra çöle girip develere yaklaşıyoruz. Bu arada bazı İranlıların
arabalarındaki yiyecekleri değil çöpleri çöle ve develere döktüğünü görüyoruz. Herhalde
iyi bir şey yaptıklarını düşünüyorlardır. Ne diyebiliriz ki… memleket onların.
Yol üzerinde Sebzevar isimli bir şehre giriyoruz. Şehrin içinde açık
bir yer bulamadığımız için tekrar ana yola dönüyor ve oradaki mola yerinde yine
kebap yiyoruz. Fazla oyalanmadan yine yoldayız. Bu kez hedefimiz Nişabur. Hava
iyice ısınınca yolda klimayı açmaya kalkıyoruz ama bu sefer de klimamız
çalışmıyor. Sanırım bu sefer lanetlenmiş…
Nişabur bizim için önemli çünkü burada Omar
Khayyam / Ömer Hayyam’ ın türbesi var.
Biz genel olarak kendisini Rubailerinden tanısak da aslında Ömer Hayyam ; Matematikçi, Astronom ve Felsefeci kimliği
ile İran’ ın yetiştirdiği önemli insanlardan
birisidir. Matematikteki Binom açılımını ilk kullanan ve bilinmeyenler
için kullanılan X işaretini yaratan kişidir. Aynı zamanda Miladi ve Hicri
takvimlerden daha hassas olduğu iddia edilen Celali Takvimini yaratmıştır. O
zamanki İran’ la bugünkü İran arasında milyonlarca fark olduğundan felsefeyi
günah saymayan bir toplumda özgürce, sınırsızca; Dünya, Varoluş, Allah ve İnsan hakkında
fikirler üretmiştir. Tarihte savaş karşıtı ilk eylemci olarak da anılmaktadır. Biz
de bu güzel insanın türbesini ziyaret etmeden geçmeyelim diyoruz.
Türbe Nişabur’un nispeten dışında, ulaşımı
kolay, yemyeşil bir parkın içinde. Bizim gördüğümüz türbe son yıllarda
yenilenmiş ve klasik türbe formunda değil. Bu yeni hali açıkçası güzel ve
etkileyici ama biz sanki rubaileri yüzünden farklı bir yer hayal etmişiz de
onun şaşkınlığını yaşıyor gibiydik. Ama mezar taşı olan blok taşın üzerinde
oynayan çocuklar ve dört tarafı açık bir alan, o blok üzerine düşen güneş
ışığıyla, üzerinde görünen gökyüzü ile belki de bir astronom için olması
gerektiği gibiydi…. Başında rubailerinden birer dörtlük okuyarak tekrar Meşhed
yoluna döndük.
Ne kadar çabalarsak çabalayalım gene hava
karardıktan sonra Meşhed’ e varabildik. Meşhed çok büyük bir şehir. Nüfus
olarak Tahran’ dan sonra geliyor, dini açıdan ise kimilerine göre Q’um/Kum ‘dan
sonra ikinci, kimilerine göre en önemli birinci kenti. Buranın trafiğinde de
manyak demekten yoruldum ama manyak ötesi sürücüler var. Onların arasından
sıyrılıp Nader’ lerin evine ulaşmak mucize gibiydi. Akşam yemeği için meşhur
Meşhed kavunu, ekmek, peynir en pratik çözüm oluyor. Nader yemek sonrası birkaç
yer arayıp, aracımızın plaka sorununu çözmeye çalışıyor. Ertesi günün
programını yapıp, salonda yer yataklarını serip ertesi günü düşünerek uyuyoruz.
Sabah kahvaltısı ardından, aldığımız
istihbarat gereği polis merkezine doğru yola çıkıyoruz. Girişte cep telefonlarımızı güvenlik
nedeniyle alıyorlar. İçerde geçici plaka ile ilgili bölüme gidiyoruz, burada
bir sürü üç ve dört yıldızlı polis var. Ama çoğu cep telefonları ile
mesajlaşıyor. Bizim işimizi yapacak olan üç yıldızlı polis yüzümüze bile
bakmadan önce gümrüğe gidin oradan yazı getirin diyor. Oradan çıkıp Meşhed
gümrüğünü buluyoruz. Bankodaki görevli bekleyin diyor ama bu arada kendisi
başka bir iş de yapmıyor. Sonra birisi geliyor onun işini yapıyor sıra bize
geliyor ve bu kez dilekçe yazın diyor. Dilekçe yazılıyor, iki ayrı yerde
dilekçe onaylatılıyor, tekrar aynı adama gittiğimizde “müdürüm onay versin,
ondan sonra yaparım” diyor. Müdür yerinde yok, tekrar bekliyoruz, sonunda
geliyor, derdimizi anlatıyoruz, lütfedip imzalıyor. Görevliye tekrar geri
gidiyoruz, adam bize güvenmiyor herhalde gidip müdürüne soruyor, sonra evrağı
dolduruyor tekrar müdürüne götürüp imzalatıyor ve evrağı mühürlü bir zarfa
koyup bizi polis merkezine gönderiyor. Bu arada saat 14.00 olduğundan polis
merkezi işlem yapamayacak, iş yarına kalıyor. Çıkıp kös kös eve gidiyoruz.
Öğleden sonramız boş, bari İmam Rıza’ nın türbesini ziyaret edelim diyoruz.
İmam Rıza; Ali Er-Rıza olarak da
biliniyormuş, gerçek adı Rıza Bin Musa Bin Cafer olup 12 imamların sekizincisi
olarak kabul edildiği için kısaca İmam Rıza ismiyle anılıyormuş ( sekizinci
imam ve dolayısıyla da Hz.Muhammed’ in torunlarındandır). 765 yılında Medine’de
doğmuş ancak babası yedinci imam Musa El-Kazım’ın 799 yılında öldürülmesiyle 35
yaşında sekizinci imam olmuş. 817 yılında ise yediği üzümden zehirlenerek
ölmüş. Şii’ ler yada Şia’ lar için en önemli hac merkezlerinden birisi Meşhed’
deki bu türbe. Aynı zamanda bir yas alanı olan bu türbeyi görenlere Meşhedi
(türbeyi görmüş ziyaret etmiş anlamında) deniyormuş. Bizde bu vesile ile
Meşhedi olmuş olduk.
Tüm Meşhed kenti, bu türbenin etrafına
kurulup, genişlemiş. Türbenin etrafında 320 mt. den daha yakın herhangi bir
bina yasalarla yasaklanmış. İçinde İmam Rıza’ nın kabri, kütüphanesi ve ibadet
alanlarıyla bu devasa yapıyı yılda 20 milyonun üzerinde kişi ziyaret ediyormuş.
Bizim gittiğimiz zaman Muharrem ayına denk geldiği için burası özellikle kalabalıktı.
İçeride binaları gezenlerde vardı, namaz kılanlarda, çocuklarda vardı,
yetişkinlerde. Her yer gerçekten çok temiz, yapılar ise çok görkemliydi. Akşam
namazı sonrası İmam Rıza’nın kabrinin etrafındaki koruma bantı kaldırıldı ve
insanlar kabire el sürebilmek için birbirini ezmeye başladı. Biz yaşanan
izdihamda ezilmemek için 5 metreden daha fazla yaklaşamadık bile, kendimizi o
insan selinden zor kurtardık.
Sonrasında
çıktık ve eve yöneldik. Buraya gelirken otobüsü kullanmıştık. Otobüslerde
kadınlar ve erkekler ayrı yerlerden otobüse biniyor. Herkes birbirini görüyor
arada perde falan yok ama bir boru parçası ile iki taraf ayrılmış, birbirlerinin
tarafına geçmiyor. Dönüşte ise taksiyi tercih ediyoruz.
Akşam Semane’ nin ağabeyi ve yengesi bizi ziyarete geliyor. Çok tatlı insanlar. Konuştuğumuz konulardan biri İran araba sürücüleri ama onlar çok rahat olanları çok yadırgamıyorlar. Yılda trafik kazalarında ölen 10.000 kişi olması çok önemli değil gibi. Akşam anlatılan en eğlenceli anı ise, İran'da Trafik magandalarına verilen ceza. Trafik cezası olarak; ceza alan kişileri yol kenarına boyunlarına "Ben bir Trafik Canavarıyım" yazan pankartlarla dizmeleri. Gelen geçenin gülüp dalga geçtiği bu insanlar gün boyu yol kenarında durup cezalarını çekmişler. Bizimse burada bir gecemiz daha geçti ve hala plaka işinin nereye varacağı belli değil. “Eğer 10 günden fazla kendi plakanızla İran’da kalırsanız dönüşte arabanıza el konulur” diye uyarılar almamış olsak, bunla uğraşmayacağız..
İran’ da bizde bir zamanlar olan Uber gibi
bir telefon uygulaması var. Bunun ismi Snapp. Taksilerden kazık yemek istemiyorsanız Snapp üzerinden bir taksi
çağırabiliyorsunuz. Açıp gideceğiniz yeri seçiyorsunuz, uygulama zaten
ödeyeceğiniz tutarı da hesaplıyor. Size yakın bir taksi sürücüsünü işaretlediğinizde
araç sürücüsü sizi arayıp teyit ediyor ve hemen geliyor. Bizde dönüşte bu
sistemi uyguladık, bizim yerimize manyak sürücülerle taksicimiz uğraştı. Akşam
gene evde oyalandık, Sehend ile vakit geçirmek dışarda olmaktan daha iyi.
Ertesi sabah kahvaltısı ardından, yine polis merkezine doğru yola
çıkıyoruz. Aynı komiser gümrükten aldığımız mühürlü evrağa ellerini sürmeden
zarfı siz açın diyor, sonra da bilgisayar ekranına uzun dakikalar boyunca
bakarak bir evrak doldurdu. Yarım saatte doldurduğu evrağın tamamı yarım sayfadan
az. Sonra bizi maliyeye para yatırmaya ve sigorta yaptırmaya gönderdi. Bu arada
bizim bu komiser yumurta topuk ayakkabı giyiyor ve ayakkabıların topuklarına
basarak yürüyor. Oradan çıktık, önce sigortacıyı bulduk, hazırlaması bir saat
sürermiş diye oyalanmadan Maliye’ ye gittik, hatta görevli memuru bile bulduk.
Adam evrağı dakikalarca inceledikten sonra bize 3 satırlık bir ödeme makbuzu
çıkarttı ama ödeme için bankaya gitmek gerekiyormuş… Oradan çıktık bankayı
bulduk, ödemeleri yaptık, tekrar maliyeye döndük. Bu kez yukarıya Nader’ le
birlikte Alp çıktı. Bizim memur yokmuş yerine bakan bir başka memur evrakları
dakikalarca inceledikten sonra olmaz demiş. Epeyce hırlaştıktan sonra neyse
evrağı imzalamış. Koşa koşa sigortacıya dönüyoruz. Bu kez orada kafayı
yiyeceğiz çünkü adam bizden sigorta bedeli olarak 150.-USD ye yakın bir para
istiyor. Ulan i.ne baştan söylesene o kadar uğraşmayız. Moral sıfır geri
dönelim diyoruz. Eve döndüğümüzde Semane imdada yetişiyor, arabasının
sigortacısını arıyor. Adamın verdiği fiyat yaklaşık 45.- USD… Hemen yaptıralım
diyoruz ama adam bize 16.00 dan sonrasına randevu veriyor. Bu arada Semane
bizimle dalga geçiyor “takıldınız Nader’ in peşine, halbuki benle gitseydiniz
her şeyi 5 dakikada hallederdim” diyor.
Neyse saatinde gidip işlemi yaptırıyoruz. Evrakta
hazırlarken bir hata yapıyor ama düzeltip yenisini aynı evrağın iki kere
basılamaması gibi bir nedenle basamıyor. Ertesi gün gelin düzeltelim diyor. Burada
da sigortacımız bize İran’ ın her yerinde olduğu gibi “Konuğumuz Olun” yani
para istemez gibi bir cümle kuruyor ama elbetteki parayı alıyor. Bu sözler
İran’ da her alışverişte nezaketen söylenen bir şey. Belki başlangıçta sizi
gülümsetebilir ama bu kadar olaydan sonra ve ağızları başka, gözleri başka
konuşan bu insanlara “ne konuğu ulan riyakar adamlar” diyesimiz geliyor. İkram
edilen şey bir çay yada kahve hadi bilemedin bir yemek değil ki… 45.-USD lik
bir alışverişten bahsediyoruz… Oradan çıkıp bu kez Meşhed dışına Firdevsi ’ nin
mezarına gidiyoruz.
Firdevsi; kimilerine göre Farsçayı Farsça yapmayı
başaran Şehname / Şahname’ yi yazan bir şair, kimilerine göre’ de Türk düşmanı
bir İranlı.
Ekşi Sözlüğe göre; Eski Persler özgün
değerlerine çok düşkün olduğundan özellikle İslam’dan sonra kültürümüzü
kaybediyoruz telaşına düşmüşler. Firdevsi de kendini eski perslerden kabul
edip, otuz sene boyunca, oradan buradan tüm İran destanlarını toplamış ve
meşhur Şehname’ sini yaratmış. Hatta önsözüne “Gerçi otuz yıl uğraştım ama
sonunda Farsça dilinden İran milletini yarattım” diye yazarak böbürlenmiş. Yorum sizin… Ancak gerçek olan şu ki yaptığı çalışmalarla
Farsça’ nın kaybolmasını engellemiş. Bence en güzel sözü de “akıllı bir adam, senin can düşmanın olsa
bile, cahil dostundan iyidir”…
Akşam Semane’ nin ağabeyi ve yengesi bizi ziyarete geliyor. Çok tatlı insanlar. Konuştuğumuz konulardan biri İran araba sürücüleri ama onlar çok rahat olanları çok yadırgamıyorlar. Yılda trafik kazalarında ölen 10.000 kişi olması çok önemli değil gibi. Akşam anlatılan en eğlenceli anı ise, İran'da Trafik magandalarına verilen ceza. Trafik cezası olarak; ceza alan kişileri yol kenarına boyunlarına "Ben bir Trafik Canavarıyım" yazan pankartlarla dizmeleri. Gelen geçenin gülüp dalga geçtiği bu insanlar gün boyu yol kenarında durup cezalarını çekmişler. Bizimse burada bir gecemiz daha geçti ve hala plaka işinin nereye varacağı belli değil. “Eğer 10 günden fazla kendi plakanızla İran’da kalırsanız dönüşte arabanıza el konulur” diye uyarılar almamış olsak, bunla uğraşmayacağız..
Huzursuz bir gece, sabah kahvaltı yapmadan
Nader’ le polis merkezine yola çıkıyoruz. Hilal’ le Alp eşyaları toparlayacak,
eğer plaka bugün de olmazsa kesinlikle hem de hiç durmadan Türkiye’ ye
döneceğiz. Polis merkezinde gene aynı komiser, evraklarımızı alıyor epeyce
inceledikten sonra bir şeyler yazıyor, sonra arabayı içeri alın diyor. Arabayı
bahçeye sokarken polisler güzelce arıyor, sonra bu komiser yanında bir başka
komiserle gelip arabayı didik didik arıyor, motor ve şasi numaralarını kontrol
edip bize yukarı gelin dedi. Yukarı çıktığımızda elimize bir evrak ve
“Türkiye’ye giderken polis merkezine teslim edin” diyerek bir çift plaka
tutuşturuyor. Nasıl yani, gerçekten bitti mi oluyorum açıkçası o kadar
gerilimden sonra sevinemiyorum bile.
Sigortacıya geri dönüyoruz evrağı orada
düzeltemiyor, merkezi arıyor, gelin burada yapalım diyorlar. Giderken önce bu
plakaları monte ettirelim diye tutturuyor, bir yerlere girip çıkıp plakları
monte ettiriyoruz. Sigortacımız yolda benim sürüşümü beğenmiyor, “siz yolları
bilmiyorsunuz bunu bırakalım benim arabayla gidelim” diyor. Onun arabasını
aldığımızda neden benim sürüşümü beğenmediği ortaya çıkıyor. Adam hani o
sürekli bahsettiğim manyak sürücülerden… Nader’ le ben arabanın içinde top gibi
yuvarlanıyoruz, adam sürekli gaz, debriyaj, fren nasıl gidiyor anlatamam.
Sonunda sigorta merkezine varıyoruz, bizi oraya çağıran adam evrağı alıp (evrak
topu topu 10 satır) 20 dk falan inceledikten sonra bir şey olmaz hadi güle güle
dedi… Ulan madem bir şey yapmayacaksın niye çağırıyorsun.####@@@### aynı çılgın
dönüşle önce arabamızın yanına (yaklaşık 2 saatimiz böyle heba olduktan) sonra
eve dönüyoruz.
Eve vardığımızda, Semane’ nin Ailesinin
köylerinde bizi bekledikleri bilgisini alıyoruz. Gece o köyde kalacağız. Burası Meşhed’ e yaklaşık 50 km. mesafede bir
yer. Semane’ nin babasını ve annesini daha önceden İstanbul’ da tanıdığımız
için rahatız gece de orada kalır ve oradan Yazd’ a doğru devam ederiz diye
eşyalarımızı da arabaya yüklüyoruz. Malum İran trafiğinde yaklaşık 1 saatlik
yolculukla köye varıyoruz. Burası tipik eski Anadolu kasabaları gibi, kerpiç
evler ve duvarlardan, sokaklarında koyun, keçi ve tavukların olduğu bir yer. Görüntü
çok otantik ancak şaka gibi tüm evlerde doğalgaz var… Gittiğimiz evde alt katında koyun ve
kuzuların olduğu, üst katında yaşam alanı olan tipik bir köy evi.
Semane’ nin babasının ismi Ekber ancak
kendisine Ağa Can diye hitap ediliyor. Bir saygı ifadesi olan Ağa kelimesi
ailelerde daha çok babalar için kullanılıyor. Çok sıcak karşılanıyoruz burada,
biraz dinlendikten sonra piknik için biraz ilerideki başka bir yere
gideceğimizi söylüyorlar. Burası Ağa Can’ ın bağı yani bahçesi. Burada İnşaatı
devam eden bir ev ve kocaman bir sulama havuzu var. Ağa Can bize orada neler yaptığını gururla
anlatıyor. O sulama havuzunda balık yetiştiriyor, hemen alttaki bahçesinde
mürdüm erikleri biraz ilerisindeki bahçesinde ise o bölgede bugüne dek
yetiştirilmemiş olan Fıstık ağaçlarını nasıl emekle büyüttüğünü, önümüzdeki
yıllarda ürün alacağını anlatıyor. Ayrıca Koyun yetiştiriyor ve satarak bu
işlerden kazandıkları ile Meşhed’ de iki adet bina yaptırdığını öğreniyoruz. Bu
arada tüm çocuklarını kız erkek demeden okutmuş, kimisi mimar, kimisi eğitmen,
kimisi doktor… Adam o gururu duymakta bence sonuna kadar haklı. Karısı ise
düşünün büyük şehirden o köye gelin gelmiş, yıllarca eşi ile omuz omuza o
zorluklara göğüs germiş çok iyi bir insan. Her ikisi de Türkçe yada başka bir
dil bilmiyor, Nader’ in yada kızların yardımıyla anlaşıyoruz. Bu arada ele
avuca sığmayan Sehend bile kimin alfa lider olduğunun bilincinde Ağa Can ne
derse sadece onu yapıyor.
Piknik alanı resmen inşaat alanı, havuzla
evin arasındaki alana arabalardaki o meşhur örtüler çıkartılıp seriliyor. Nader
ve ben mangal ateşini yakıyoruz, hanımlar yer örtüsü üzerini donatıyorlar.
Başlangıçta inşaat pisliğinin içinde oturmak bize garip gelse de bir süre
sonra, sohbet ve samimiyet öyle bir hal alıyor ki nerede olduğumuzun değil
kimlerle olduğumuzun önemi ortaya çıkıyor. Bu arada ailenin kızlarından Sara ve eşi de
bize katılınca sohbet daha da derinleşiyor, bazen Türkçe bazen İngilizce
konuşup anlaştık. Daha sonra alt bahçelere inip erik ve taze ceviz koparttık. Ağa can bize kocaman bir sepet dolusu eriği de
hediye etti. Her ne kadar Alp gece burada kalıp, yıldızların altında ateş yakalım
ve çadırda yatalım dese de birden soğuyan hava hevesimizi kursağımızda bıraktı.
Hızlıca toplanıp ilk gittiğimiz eve döndük, burada piknikten kalan
yemeklerimizi atıştırıp sohbeti tamamladık. Bu kez kalabalığız, yer yataklarını
serip 6 kişi aynı odada uyuduk (horultu seviyemizi bilemiyeceğim).
Sabah 06.30 da herkes uyurken yola çıktık.
Gene Meşhed’ den geçerek Yazd / Yezd yoluna koyulduk. Hedefimiz bugün 950 km.
yol yapmak. Sabah serinliğinde yol yapmamıza rağmen, hem Meşhed’ den çıkış
trafiği hem de yol tümsekleri yüzünden çok da yol alamadık. Saat 09,00 a doğru
yol kenarında bir dere yatağına indik ve sabah kahvaltımızı yaptık. Git git yol
bitmiyor, gerçekten çok farklı bir coğrafya burası. Dağlar inanılmaz, yol
kalitesi de oldukça iyi. Bulduğumuz her yerden mazot almaya çalışsak da çok
başarılı olamıyor çoğunlukla elimiz boş dönüyoruz. Allahtan yedeğimiz var.
Bazen Fıstık tarlaları kilometrelerce gidiyor bazen de çöller. Artık gerçekten
çöldeyiz. Trafik şehirlere nispeten yok seviyesinde. Saatler ve kilometreler
birbirini kovalıyor. Derken Yazd’ a
doğru bizim bildiğimiz anlamda çöl kumullarına rastlıyoruz, birkaç resim ve
tekrar yol. Bu arada hava cidden ısınıyor, klimamız çalışmıyor, camları açsak
hızlanınca çok ses yapıyor, arabanın içinde fırtınalar oluşuyor, bayağı bir
eziyet başladı diyebilirim. Akşam hava
karardığında açlığımız tavan yaparken Yazd’ a ulaşıyoruz. Girişte kötü bir
tesiste akşam için bir şeyler yiyor ve Yazd’ a dalıyoruz. Daha önce kaldığımız
Silk Road oteli arıyoruz. Maps Me bizi bir sokağa sokuyor ki, girdiğimize
gireceğimize pişman oluyoruz.
Arabamızın zorlukla geçtiği bir sürü
sokaktan sonra zurnanın zırt dediği yere geliyoruz. Arkamızda bir sürü araba ve
sabırsız sürücüsü varken, 90 derecelik daracık bir sokak köşesini 30 – 35
manevra ile alabiliyoruz, sonrada bulduğumuz ilk park edilecek alanda
duruyoruz. Alp yürüyerek oteli bulmaya gidiyor. 20 dakika kadar sonra yanında
biriyle geliyor. Oteli bulmuş, hemen 2 sokak ilerimizde ancak otelde yer
yokmuş, bizi 100 mt ilerisindeki kardeş otellerine yönlendirmişler. Gelen
adamın yönlendirmesiyle bu labirent gibi sokaklardan kurtuluyor ana cadde
üzerinden çok kolay bir şekilde arabamızı Silk Road otelin önündeki otoparka
çekiyoruz. Otelin ismi Ali Baba… içi maalesef ismi kadar hoş değil hatta kötü
ama o saatte başka yer arayacak halimiz de yok. Odamız 3 yataklı havasız bir
oda olsa da o kadar yoldan sonra rahatsız bir uykuya teslim olduk.
Sabah uyandığımızda kahvaltının burada değil Silk Road otelde olduğunu öğrendik ve oraya geçtik.
Kahvaltı
esnasında yan masamızda oturan genç kızla annesinin de Türk olduğunu görüp,
sohbet ediyoruz. Sohbet konusu elbette İran ve karşılıklı çekilen sıkıntılar.
Bizimkileri artık biliyorsunuz, kısaca onlarınkini anlatayım. Ankara’ lı olan
bu ailenin babalarının İran’ lı olduğunu ve çok uzun seneler önce ülkesini terk
etmiş olduğunu ve bir daha hiç dönmediğini öğreniyoruz. Genç kızın biraz
babasının ülkesini merak etmesi biraz da gazeteci olan annenin Zerdüşt dini
üzerine bir belgesel yazı hazırlamak istemesiyle İran’ a gelmişler. Kızımız
Tahran’ a uçakla gelir gelmez İran polisince pasaportuna el konulmuş. Gerekçe
olarak babasının İran’ lı olduğunu ve kendisinin de çifte vatandaş olması İran
pasaportu taşıması gerektiğiymiş. Kızın çifte vatandaşlığı yok, almaya kalksa
aylar sürer, pasaportuna el konulmuş. Kızın halini düşünebiliyormusunuz? Neyse
bizim konsolosluk devreye girmiş, İran’ lılara nota falan vermişlerde kız
pasaportunu öyle geri alabilmiş. Çıkışta ne olur bilmem.
Bu arada Silk Road’da bir oda boşaldı ve biz
oraya geçtik. Sonra da kentin ara sokaklarına daldık. Dalmaya daldık ama sanki
fırının açık kapağının karşısındaymışçasına bir sıcak hava var dışarıda. Bir ay
öncesi sıcaklık 50 derece civarındaymış zaten. Yazd bizim son gördüğümüz zamandan bu yana
inanılmaz büyümüş ve çok turistik olmuş. Turizm ve Yazd açısından bu durum iyi
olsa da çölün bu güzel kenti maalesef bence büyüsünü kaybetmiş…. Bizde daracık
Yazd sokaklarına dalıp, gölgelerde kalmaya dikkat ederek iki saate yakın
turladık. Sonra otele dönüp otelde öğle yemeği yedik. Yemek açık büfe şeklinde,
biz daha çok menüdeki soslu deve etini merak ettiğimizden hepimiz tadına
baktık. Yemek sonrası biraz uzandık bu arada Alp' te hasta olma emareleri
başladı. O bunu bir gece öncesindeki yattığımız yerdeki klimaya bağlasa da,
bence Hazar kıyısında trafikten bunaldıkça yağmura rağmen açtığı araba camı
yüzünden oldu (çünkü hava ciddi
soğuktu). Akşam üzeri olduğunda gerek hava gerekse biz daha rahatlamış olarak
otelimize Snapp den taksi çağırdık ve Ateşgade’ ye yani Zerdüşt Tapınağına
gittik.
Zerdüştlük, 3500 yıl
önce ortaya çıkan, dünyanın ilk tek tanrılı dini. İran nüfusunun
sadece binde 3’ü Zerdüşt ve İran şeriat kanunları ile sıkı yönetilen bir yer
olsa da İran’ da Zerdüştlük’ e karşı ayrı bir saygı var çünkü Zerdüştlük, İran’
ın öz dini olarak görülüyor. Yazd da Zerdüştlük dininin İran’ daki en
önemli merkezi. Zerdüştlük inancının
önemli elementlerinden birisi de ateş. Zerdüştlük felsefesinde su, toprak,
ateş kutsaldır. Işık, ateş, aydınlık gibi kavramlar Tanrıları Ahura Mazda’nın
yansıması olarak görülmüş ve ona bakarak ibadet etmişler. Yanlış anlaşılmasın
ateşe tapmıyorlar, sadece ona bakarak ibadet ediyorlar. Bu yüzden tarih boyunca ateşin hiç sönmeden
yandığı ateş tapınakları yani ateşkedahlar inşa etmişlerdir. Bunlardan birisi
de bizim şimdi gittiğimiz Yazd’ daki, içindeki ateşin sönmeden İ.Ö. 470 yılından
beri yandığına inanılan tapınak. Üç büyük semavi dindeki; Cennet, Cehennem,
Melek, Şeytan ve Kıyamet gibi kavramlara sahip olan bu inanış, Nietzche,
Voltaire gibi yazarları ciddi olarak etkilemiş. İyi ile kötünün çatışması,
Kadın ve Erkek eşitliği, Misafirperverlik, Güleçlik, bu dinin en önemli
öğretilerindendir. Dünyamızda yaklaşık olarak 200.000 Zerdüşt olduğu
düşünülmekte. En ünlü Zerdüştlerden bizim bildiklerimiz olarak; Quenn’ in
solisti Freddie Mercury i, ünlü Flarmoni Orkestra yöneticisi Zubin Mehta’ yı,
Hindistan’ lı Tata şirketler grubunun kurucusu Jamshedji Tata’ yı
yazabiliriz.
Yıllar önce buraya ilk geldiğimizde sabah
çok erken bir saatte gelmiştik ve görevli rahip bizi görünce tapınak kapalı
olmasına rağmen bizi içeri almış, bizde sindire sindire burayı gezmiştik. Şimdi
ise Tapınak girişinde manken gibi poz veren kızlar, selfie çeken insanlar var.
Aralarından süzülüp ateş kadehine ulaştık, kendimizce duamızı ettik ya da
ortamın havasını özümsedik. Dışarı
çıktığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu. Kucaklarında bebekleri ile
Belucistan’ lı bir grup burayı ziyarete gelmişler. Rengarenk giysileri ve
sıcacık gülümsemeleri çok hoştu. Beraber resim çektirmek istedik, bizi
kırmadılar, ailenin genç kızları kikirdeyerek poz verdiler. Çıkışta ise bizi
kaldıkları yere yemeğe davet ettiler. Dillerini tam olarak anlamasak da çat pat
anlaşsak da inanın bu davet İran’da
sürekli rastladığımız “Konuğumuz Olun” gibi sahte değil, çok samimiydi.
Israrlarına rağmen, teşekkür ettik ve onlardan ayrıldık. Yine Snapp den taksi
çağırdık. İstikametimiz; otelimizin hemen yanındaki üzerinde çok sayıda dükkan
olan cadde. Burada Alp’ in gündüz keşfettiği berberi bende deniyorum.
Berberimiz sadece tıraş konusunda hünerli değil çok güzel İngilizce konuşarak
bize çeşitli bilgiler aktardı. Çıkışta biraz turistik dükkanlara bakıp,
acıkınca caddeye yukarıdan bakan teraslı bir lokantada yemek yedik. Motorları
bozma korkusu ile basit şeyler sipariş ettik. Yemek sonrası yine otele döndük,
kabaca eşyalar toplandı, avluda biraz sohbet ve uyku.
Sabah erken saatlerde buraya gelsek de
Turist otobüslerinin bizden önce geldiğini görüyoruz. Herkes hava daha
ısınmadan kulelere tırmanmak istiyor. Bizde sıcağa kalmadan ara ara fotoğraf
molaları ile yukarı doğru tırmanıyoruz. Kulenin içine girdiğinizde açıkçası çok
çarpıcı bir görüntü yok, etrafta duvarlar, yuvarlak formda bir alan ve ortada
bir çukur. Etrafınız duvarla kaplı olduğu için tırmandığınız yolun ne anlama
geldiğini bile yeterince hissetmiyorsunuz. Ancak girişin hemen dışında durup
etrafınıza bakınca insanların omuzlarında o yükle, üstelik şimdi bizim gibi
turistlerin tırmanması için yapılan merdivenler olmadan oraya nasıl
tırmandıklarını ve inançlarını biraz olsun anlayabiliyorsunuz. Buradan bakınca
bir zamanlar ciddi uzaklıkta olan Yazd şehrinin artık Dakhmeh’ e yanaştığını
görüyoruz. Hızlı bir tempoyla merdivenleri iniyor ve bu kutsal alanı terk
ediyoruz.
Artık Şhiraz yolundayız, hava sıcak, Alp
hasta. Yolumuz üstünde Pasargadae isminde Dünya Mirası olan bir antik yer
var. Gelmişken burayı görmemek olmaz
diyoruz. Bir çok kilometre yol aldıktan sonra, buranın yoluna sapıyoruz. Tam
sapakta gerçekten güzel bir lokanta var ve en önemlisi gerçekten çok temiz bir
tuvaletinin olması. Düşünün klozet var, tuvalet kağıdı var, daha ne olsun. Öğle
yemeği işini de burada halletmeye karar veriyoruz ve 5 km. ötedeki Pasargadae’
ye gidiyoruz. Çok güzel, iki tarafı güllerle kaplı bir yolu var. Veee hepsi o
kadar…. Tamam içeride bir anıt mezar var ve ancak elektrikli arabalarla gidilen
bir yolun sonunda da birkaç taş. Belki burası daha kazılmamış olabilir diye
düşünmeye çalışsak da buraya gelmek, bence tamamen vakit kaybı, zaman ayırıp
adamların egosunu şişirmenin hiçbir anlamı yok. Bence buranın adı Pasargadae
değil olsa olsa Fasaryade olmalıydı. Ülkemiz bundan bin kat daha değerli ören
alanları ile dolu… Burasının bizde bıraktığı tek olumlu şey girişteki tuvaletleri
tertemiz olan tesis.
Gene yoldayız, hedef önce Nakş-ı Rüstem
sonra da Persepolis. Zaten birine varınca neredeyse öbürüne de varmış
oluyorsunuz, araları sadece 10 km kadar.
Nakş-ı
Rüstem, Ahameniş İmparatorluğunun en çok hayranlık uyandıran antik yerleşim
alanı. Rüstem’ in tahtı anlamına gelen bu yerleşim alanındaki bu mezarlar MÖ 4. ve 5. Yüzyıllarda yaşayan Ahameniş
krallarına ait. Ancak yüzeydeki
kabartmalar MS 3. Yüzyılda Sasaniler tarafından oyulmuş. Burası antik mezarlık
alanı olsa da Sasaniler burayı MS 7. Yüzyıla kadar önemli bir ayin alanı olarak
kullanmışlar. Aslında Ahameniş’ lerden önceye tarihlenen bir sürü kabartmanın
yanında, Sasaniler tarafından oyulmuş; üzerinde Ahamenişler’ e ve Sasaniler’ e
özgü olmayan bir elbise ile ileriyi gösteren bir şapkası olan adam figürünü
Firdevsi’ nin; Şehname / Shannameh
eserindeki mitolojik kahramanı olan Rüstem’ le ilişkilendirmişler. Bu mezarların üzerlerinde de Zerdüşt
sembolleri görülüyor. Bu mezarlar çok güzel olsalar da burada değil biraz
ilerideki Persepolis’ de vakit geçirmek istiyoruz.
Kısa bir sürüş ve sonunda Persepolis. Burası
için söylenecek tek şey var. Muhteşem… Hikayesi ise şöyle; Kralların kralı olan
I. Darius, Anadolu’nun batısından Hindistan’a kadar uzanan geniş ve görkemli
bir imparatorluk kurdu. Kral Darius gücünün zirvesindeyken başkent
Persepolis’ te, bugün İranlıların Taht-ı
Cemşid olarak adlandırdıkları büyük bir taht ile güç ve
görkemini simgeleyen etkileyici saray kompleksini yaptırmış. Mezopotamya
mimarisinden ilham alarak MÖ 518-516 yılları arasında yapılan saray, İran
tarihinin en görkemli döneminin kalıntılarının izlerini taşıyor. Persepolis’te
kral sarayları, Rahmet Dağı’ nın eteğine, taşıma toprakla yapılan, tepesi 473
metre uzunlukta, 86 metre genişlikte ve 13 metre yüksekliği olan yapay bir tepe
üzerinde kurulmuş. 150 yıl boyunca yapımı süren Persepolis, Darius’dan sonra
tahta çıkan I. Serhas (Xerxes) ve Artakserkses (Ardaşir) tarafından büyütülmeye
devam edilmiş. 125.000 m2 lik alanda tören salonları 10.000 kişi alabiliyormuş.
Yamaçta yer alan kaya mezarları var. Söylemeye utanıyorum ama oraya kadar
gitmişken onlara tırmanamadım.
UNESCO Dünya Mirası Listesinde
yer alan antik şehrin duvarlarındaki etkileyici kabartmaların her biri başlı
başına bir sanat eseri, antik kentin girişinde ziyaretçileri karşılayan devasa
heykeller var. Ancak her güzel şey gibi burasının da sonu gelmiş. MÖ 330 yılında III
Darius döneminde İskender gelmiş ve tüm Pers krallığı gibi bu şehri de
yağmalamış ve sarayı yakmış. Bu yağmalama sırasında ne kadar çok sanat
eserinin, kitapların yok olduğunu tahmin etmek imkansız. Bir süre de Makedon
eyaleti olarak kalan Persepolis zaman içinde neredeyse kaybolup gitmiş. Ben
şahsen varlığını Şah Rıza Pehlevi’ nin 1971 yılında düzenlediği “İran
Şahlarının 2500. Yılı” gösterilerinde öğrendiğim bu kent, gerçekten de 1971
yılına kadar neredeyse unutulmuş. Düşünün kutlamalar yapılabilsin diye sadece 1
kamyon dolusu burayı yuva yapan yılan ve akrebin buradan toplandığı söyleniyor.
Kutlamalar için buraya harcanan paralar, burasını tekrar ayağa kaldırmış ama
Şah Rıza Pehlevi’ nin de sonunu getiren ekonomik olaylardan birisi olmuş.
Sabah kahvaltımızı yapıp Şiraz yoluna
düştük. Şiraz’ a vardığımızda arkadaşımız Nader’ i arayıp bize bir otel
bulmasını rica ettik ama o arada bizde bazı yerlere baktık. Bulduğumuz ilk yer
bir hostel, şehir merkezinde daracık sokakların içinde gerçekten çok sevimli.
Ancak diğer müşterilerle ortak tuvaleti ve banyosu olan küçücük oda için
istenen rakam “kör tuttuğunu öper” misali. Biz buraya bakarken Nader bize bir
otel buldu Arg Hotel. Eğer Şiraz’a gitmek istiyorum nerede kalayım derseniz
kesinlikle burada kalın derim. Fiyatı gayet ekonomik (hostel’ den daha ucuz),
odalar gayet büyük, rahat, banyosu tertemiz ve ayrı kocaman bir duş kabini
var (tüm İran’ da gördüğümüz tek
duşakabin). Ayrıca otoparkı da var. Biraz dinlenip kendimizi yollara atıyoruz,
şansımıza bugün Cuma ve görmeyi istediğimiz birçok yer kapalı. Dışarıdan gayet hoş gözüken Kerim Han Kalesi
ilk durağımız, içeride inanın görmeye değecek tek yer hamam alanı birde yerel
sanatçıların orada elleriyle yaptıkları hatıra eşyalar. Kalenin dış görüntüsü
daha güzel, sıcaktan duvar diplerine sürünerek hızlı bir tur atıp Vekil
Çarşısına gidiyoruz ama kapalı. Şansımıza açık olan yerleri yani alanları
güneşin izin verdiği kadar gezip otele döndük. Akşam gün kararırken hemen
otelin karşısında bulunan iki tane sokakta bit pazarı gibi bir pazar kuruldu.
Sokak boyunca dükkanlar da açık ama insanlar daha çok yere serilen örtüler
üzerindeki jant’ dan tornavidaya, canlı tavuklardan çaydanlıklara aklınıza
gelen her şeyin satıldığı nesnelere yönelmiş durumda. Burada yaklaşık 1 saat
kadar dolaştık. Onların bize yabancı
olmamızdan ve resim çekmemize nedense düşmanca bakmalarından dolayı fazlasıyla
rahatsız olsak da gezmekten keyif almaya çalıştık. Sonra tekrar otele dönüp,
akşam yemeğini otelin terasında yedik. Teras çok güzel bir Şiraz manzarası
sunmanın yanında daha çok kurtarılmış bölge gibi.. İran’dasınız ama İran’ da
değilmiş gibisiniz.
Burada İran’ ın bizi ne kadar yorduğunu
anlıyoruz ve hızla dönmeye karar veriyoruz. Bir Ülke yaklaşık 10 yılda ne kadar
geri gider diye merak edenlere İran’ ı örnek gösterebilirim. Belki daha modern
binalar yapılmış, belki daha turistik olmuş, endüstri (otomotiv endüstrisi)
gelişmiş falan olmuş ama başka ve daha önemli bir şey olmuş. Okuma yazma oranı
yüksek olsa da üniversite mezunu gerçek entelektüel bir çok iyi beyin yurt
dışına gitmiş, ülkeyi terk etmiş. Geride kalanlar Molla rejiminin istediği
gibi, koyun gibi (burada koyunlardan özür dilerim) bir topluluk oluşturmuş. Bu
sokakta da böyle, devlet dairelerinde de böyle. Elbette bunda batının
uyguladığı ambargoların da önemli rolü var. Onlar bunlara ambargo uyguladıkça,
kısıtlamalar getirdikçe buradakiler de; o insanlara düşmanca duygularla
dolmuşlar. Bu aslında bir ikilem, bir tarafınız buna isyan ediyor, hiçbir halka
bir başka halkı ezme fırsatı verilmemeli diyor, bir taraftan da bunlar bu
davranışı hak ediyor diyorsunuz. Geride kalan bu halk inanın son derece
görgüsüz, hoş görüşüz, kaba saba, çirkin bir topluluk haline dönmüş. Düşünün
siz yabancısınız, konuşmanızdan, kıyafetinizden, tavırlarınızdan belli, bir şey
soruyorsunuz. Karşınızdaki insanlar size cevap vermek yerine kendi aralarında
konuşup size bakarak, sizin hakkınızda gülerek konuşuyorlar. Bu inanılmaz
rahatsız edici bir durum. Elbette içlerinde son derece düzgün insanlar var ama
onlar azınlıkta kalmış, (Onları bu konunun
dışında tutuyorum) genel duruma
bakarsanız neredeyse yoklar. Maalesef o öğündükleri, gurur duydukları, yaklaşık 2500 yıllık Pers kültürü falan ortada yok.
Kültür yaşatırsanız var oluyor yoksa iki üç tane taşa bakarak biz şöyle
milletiz, böyle milletiz, geçmişimiz falan filan hepsi yalan… İran’ lı kadınlara
gelince, erkeklere nazaran daha zarif ve daha yardımsever daha girişkenler. Bu
arada rejimin getirdiği yasaklar gereği saçlarını biraz örtseler bile, çoğu burun
estetikli, bol makyajlı, manikürlü uzun tırnaklı falan ve iletişim konusunda
çok daha kibar çok daha istekliler. Belki garip gelebilir ama hiç birisi de
mazlum gibi durmuyor, genci yaşlısı omuzlar geride dimdik yürüyorlar. İnanılmaz
bir marka düşkünlüğü kadın, erkek hepsinde göze çarpıyor. Jean pantalonlar,
marka güneş gözlükleri (çakma değil), Iphone telefonlar. Amerika’ ya saydırıyorlar ama her yerde Dolar
en geçerli para birimi, en küçük bakkal da bile Coca Cola ve Sprite satılıyor.
Hazar kıyısında ki onlarca mağaza Amerikan marka isimleri taşıyor ve batılı
ürünler satıyor… Kısacası molla’ lar memleketin içine etmiş ama tek başlarına
değil, nerdeyse tüm İran halkı ile birlikte. İran halkı o günlerde Şah
devrilsin diye uğraşmış ama şimdi bazıları “şah dönemi çok daha iyiydi” diye dövünüyor ama ne çare.
Ertesi sabah kalkıp döviz bozdurmak için
çarşıya gidiyoruz. Koca Şiraz meydanında bir tane döviz bürosu var. Ona
gittiğimizde önce saat 10 da açılacak diyorlar, saat 10 olduğunda ise 11 de
deniyor. Vakit geçirmek için arka tarafta bulunan Vekil Camii’ ni ve Vekil
çarşısını geziyoruz. Camii için söylenecek tek şey dışarıdan göründüğünden çok
daha büyük olduğu. İç içe bir sürü bölümden oluşuyor, gerçekten güzel. Ancak
çarşı vasat, bir sürü Ortadoğu ülkesinde rastlanan türde bir yer. Bekleme uzun
sürdüğü için Sadi’ nin ve Hafız’ın türbelerine gidelim diyoruz, ikisine de
gidiyoruz ama araba park etme sıkıntımız oluşuyor açıkçası içeriye girmek de içimizden
gelmiyor. Şartları zorlamadan dövizciye geri dönüyoruz. Nihayet para bozdurup,
otele dönüp eşyalarımızı alıyor ve şehri terk ediyoruz.
Hedefimiz İsfahan. Farsça “İsfahan Nefs-i
Cihan” yani “ İsfahan Dünyanın
Yarısı” dedikleri kent. İsfahan tarih
boyunca birçok medeniyete şahit olmuş. Kimine başkent olmuş kiminde de sanat ve
bilimin en önemli şehirlerinden olmuş. Buraya Alp’ le birlikte daha önce gelmiş
ve hayran olmuştuk. Bu kez de yolumuzu buradan geçirerek İran’ ı biran önce
terk etmek istiyoruz. Aslında burada
görmeyi istediğimiz bir çok eser var. Ama önce Şiraz’ la İsfahan arasındaki 500 km’
lik yolu kat etmemiz gerekiyor. Bu yüzden yolda oyalanmadan tam gaz Isfahan’ a
gidiyoruz. Yolda Nader arkadaşımızı arayarak bize otel bulmasını rica ettik,
sağolsun bize güzel bir otel buldu Sunrise Hotel. Burası da Yazd’ da kaldığımız
otel gibi ortada küçük bir avlusu olan, etrafında odaların sıralandığı çok
sevimli bir tesis. Oteli önceden ayarlamanın avantajıyla yer arama stresinden
kurtulduk, otele eşyaları indirdik ve hemen akşam yemeği için dışarı çıktık.
Meşhur Si-o-seh Köprüsü yani 33 köprüsü (33
tane kemeri olduğu için) yakınında bir park yeri bulup yakındaki pizzacıya
daldık, karnımızı doyurup biraz soluklandık. Sonra da İsfahan’ ın en meşhur iki
köprüsünden biri olan bu köprü ile fotoğraf çekmeye koştuk. Zayende Nehri
üzerindeki yaklaşık 300 mt uzunluktaki bu köprü gece ve gündüz sürekli insan
dolu. Kimi altta suyun kenarında çay içiyor, kimi bizim gibi resim çekiyor.
Açıkçası köprü, gece çok da güzel resim
veriyor. Diğer köprü ise hemen yakındaki Khaju köprüsü ama biz ona gitmedik. Sonra
yine klasik otele dönüş ve uyku…
Sabah otelde bizi bir sürpriz bekliyor. İran’
da yediğimiz en mükemmel ve bol çeşitli kahvaltı bu küçük butik otelde karşımıza
çıkıyor. Şaka gibiydi, inanamadık. Kahvaltı sonrası kendimizi “Nakş-ı Cihan “
Meydanına (Dünyanın Resmi) atıyoruz, bugün buraya “İmam meydanı” da diyorlar.
512 mt ye 163 mt genişliğiyle 1629 yılında yapılan bu meydan dünyanın en büyük
ikinci meydanıymış. Bu meydanın etrafı Camiler, Saraylar ve meydanı çepeçevre
saran kapalı çarşı ile kaplı. Kapalı çarşı içinde esnaflar bugün bile, elle
çini boyayıp, gümüş ve bakır kakıyorlar. Camiler ise inanılmaz çinilerle kaplı.
Meydanı dolaşıp giderken, yol üzerindeki hanlardan
birinde Türk kahvesi pişiren bir yer buluyoruz. Burada kahvelerimizi içip
soluklanıyor ve yol planı yapıyoruz.
İsfahan, ağaçlı geniş caddeleri, camileri,
sarayları, köprüleri ile çok güzel bir şehir. Belki bir çok insana göre İran’
ın en güzel şehri ancak şansımıza Eylül’ ün neredeyse sonu gelmesine rağmen çok
sıcak bir hava vardı ve sokaklarda dolaşmak çok yorucuydu. Ayrıca İran ve İran
halkı bizim sabırlarımızı çok zorladı ve bu güzelliğe rağmen burayı da terk
etmek için acele ediyoruz.
Hedef Tebriz ama gece Zencan’ da konaklamak
istiyoruz. Yolda gene mazot vs arama işleri, sıcak hava derken yol üzerinde bir
yerde masa açıp bir şeyler atıştırıyoruz. Yaklaşık 600 km yol yapıp Zencan’ a
vardığımızda akşam olmuştu. Önce bir yemek yiyelim diyoruz, girdiğimiz lokanta
da herkes Türkçe konuşuyor. Bu kadar düzgün Türkçe nereden diye soruyoruz,
aldığımız cevap “biz Türküz” oluyor. Açıkçası çok da hoşumuza gidiyor. Tebriz’
de Türkçe konuştuğumuz insanlar “Biz Azeri Türküyüz” diyordu. Buradakiler ise
direkt olarak “Türküz” diyorlar. Güzel bir yemek sonrası biraz olsun kendimize
geliyoruz. Nader sağ olsun burada da bizim yardımımıza koşuyor ve bize otel
buluyor. Bu seferki otel daha vasat ve resepsiyondaki adamın bakışları çok kötü
ama yapacak bir şey yok, odalara çıkıp yatay pozisyona geçiyoruz. Tüm İran’ da
otellere girişte ister ücreti peşin ödeyin ister ödemeyin fark etmiyor,
muhakkak pasaportları alıyor ve çıkış zamanınıza kadar tutuyorlar.
Sabah çok erken saate kurduğumuz telefonun
alarmıyla uyanıp erkenden yola çıkıyoruz. Çıkışta bir benzinci bulup mazot
alıyoruz. Benzinci de Türk. Yıllar önce Türkiye’de nasıl gezdiğini kısacık
sürede anlatıyor. Hedef 310 km ötedeki Tebriz. Burada polis merkezini bulup
aldığımız plakayı teslim edeceğiz, yoksa İran’dan çıkış yapamıyoruz. Hızlı bir
sürüşle Tebriz’ e varıyoruz. 1 saatten fazla bir arayışla sonunda aradığımız
Polis merkezini buluyoruz. Kocaman bir alan, yüzlerce araba, daha fazlası insan
var. Her yerdeki yazılar Farsça, gözümü karartıp müdür odası olduğunu sandığım bir
odaya daldım. İçeride 4 kişi var, Türkçe olarak derdimi anlatsam da masanın
ardında oturan kişi (sanırım müdür olan) ne dediğimi anlamayıp bana farsça
sorular sormaya başladı. Farsça bilmiyorum dediğimde koltukta oturan bir adam
ayağa kalktı ve bana “benimle gelin size yardım edeyim” dedi. O önde biz arkada
bir sürü yerden geçtik, sonunda bizim kolaylıkla bulamayacağımız bir yere
geldik. Burada üst baş araması ve kimlik kontrolü yapılmasına rağmen bizi
götüren kişinin bir el hareketi ve oradaki polislere bir şey söylemesiyle hepsi
geri çekilerek bize “içeri buyrun” dediler. Buradan başka bir yere geçtik ve
oradaki 4 yıldızlı bir polisin kapısına geldik. Bizi getiren kişi burada
inanılmaz bir hürmetle karşılandı, derdimizi anlattı. Farkında olmadan belki de
oranın en forslu insanını bulmuş olmalıyız. Buradaki komiser bizi anladığını
ama bu işi burası yerine Urmiye’ de yaptırmamız gerektiğini söyledi. Teşekkür
edip hayal kırıklığı ile ayrıldık, yaklaşık 2 saatimiz de burada boşa gitti.
Tekrar yola koyulduk. Urmiye buraya 150 km.
Ne kadar zorlasak da yol 2 saat sürdü. Yol üzerinde bir bölüm var, hakikaten
güzeldi. Yol; Urmiye gölünün ortasından geçiyor. Göl alg’ lerin etkisi ile
özellikle kenarlarda pembe bir renk almış.
Yolun o hali ve göl hakikaten bizlere hoş bir manzara sundu. Maps me
sayesinde şehrin öbür ucundaki polis merkezini bulduk. Alp evrakları kapıp içeri
daldı, biraz sonra yanında genç bir sivil adamla dışarı çıktı ve alanın
dışındaki taksicilerin yanına gittiler. Sonra da bize yanlarına gitmemiz için
işaret ettiler. Olayı sonra anladık. Burası gitmemiz gereken yer değilmiş,
orası şehrin başka bir yerindeymiş. Alp’ in konuştuğu genç adam (bayağı üst
kademeden birisi sanıyoruz çok güzel Türkçe konuşuyordu) bizim saat 14.30 dan
önce işlemleri yapabilmemiz için adresi rahat bulalım diye oradaki taksiciyi
tutarak işimizi kolaylaştırdı. Alp ve Taksici önde, Hilal’ le ben arkada son
sürat gidiyoruz. Dedim ya, bu adamlar sürüş konusunda manyak diye, bu da çok
farklı değil. Zor bela adamı takip ederek doğru adrese ulaştık. Burada da
derdimizi anlattık, bizi bir bankodan bir bankoya defalarca gönderip, ne
olduğunu anlamadığımız bir sürü evrak doldurdular. En acayip olanı 3 yıldızlı
bir polisin bankoya kadar uzattığı ayaklarını hart hart kaşıyıp sonrada
doldurduğu evrağı bize uzatmasıydı. Sonunda plakaları bizden teslim aldılar ama
arabayı görmek istediler. 3 yıldızlı bir polis, sivil bir adam, 8 yaşlarında
bir çocuk arabanın yanına gittik, arabanın her yerini kontrol ettiler ve
sonunda o sivil adam (oranın en mühim kişisiymiş) cebinden bir mühür çıkarttı,
evrağı mühürledi sonra imzaladı ve arabasına binip gitti. Yani o polis
merkezine 5 dakika geç gitmiş olsak işimiz olmayacakmış, adamı kapıdan çıkarken
yakalamışız.
Bu arada saat 14.30 artık rahatız diyerek
öğle yemeği için yakında bir yer bulup bir şeyler yiyoruz. Burada da çoğunluk
Türkçe biliyor. Buradan en yakın sınır;
50 km. ötedeki Sero / Esendere sınır kapısı, ancak biz girişimizi
Hakkari üzerinden yapmak istemiyoruz. Bu yüzden hedefimiz 150 km ötedeki Razi /
Kapıköy sınır kapısı. Bu yola girdikten sonra, bu yolun çok dar, virajlı, yer
yer yol yapım çalışmaları ile dolu olduğunu görüyoruz. Bu yüzden hızımız çok
düşük, saat 18.00 de sınıra 8 km kala Qotur diye bir köy girişinde duruyoruz.
Hem haritada görünen benzinciyi arıyoruz hem de ihtiyaç molası vermek
istiyoruz. Yol üzerindeki bir lokantadan tuvaleti kullanma izini istiyoruz. Çok
güzel Türkçe konuşan lokanta sahipleri bize birisi iyi birisi kötü iki haber
veriyor. İyi haber; aradığımız benzinci tam karşı arsanın içinde. Kötü haberse;
Gümrük her gün İran saati ile 16,30 Türkiye saati ile 17.00 ’ de kapanıp ertesi
sabah açıklıyormuş. Yani Gümrük kapalı….
Bu can alıcı haberden sonra suratımın ne
renk aldığını tahmin edebilirsiniz. Nereye tutunacağımı bilemedim. Gezmek için
yıllarca heveslendiğimiz ancak biran önce bu sevimsiz yerden kaçalım dediğimiz
ülke bizi salmıyor. Şaka gibi.
Bu lokantada oturup bir çay içiyor, durum
değerlendirmesi yapıyoruz. Urmiye’ ye dönüp oradan Doğubayazıd’ a dönmek şu
saat itibariyle imkansız. Yaklaşık 500 km yol, üstelik 150 km lik kısmı virajlı
ve yol yapım çalışmaları var. Arabada uyuruz derken, lokantanın sahibi olan Ali
Rıza isimli genç bize köyde 2 tane otel olduğunu söylüyor. İnanamıyoruz ama görmeye
gidiyoruz. İkisi de birbirinden kötü. Biz daha az kötüyü tercih ediyoruz.
Burası üç yataklı ama içinde hiç olmazsa tuvaleti olan bir oda ve pencereden
bakınca arabamız da gözüküyor. Otel işini ayarlayıp Qotur’ u geziyoruz, bütün
köyü turlamamız 5 dk kadar sürmemiştir. Şaşılacak sayıda bakkal var, abiye
kıyafetler satan bir mağaza, birkaç tane de nalbur gözüme çarpanlar. Akşam
olduğu için evine dönen çobanlar ve yüzlerce koyun görüyoruz. Köy ana yola bir
demir köprü ile bağlanmış, koyunlar da buradan geçiyor arabalar da. Ali
Rıza’nın lokantasına geri dönüyoruz. Bize akşam yemeği olarak yağda kızartılmış
tavuk hazırlıyor, elbette yanında pilav var. Sonra da çaylar geliyor ve oldukça
ilginç bir sohbet dönüyor aramızda, otele dönüş saati İran’da ilk kez
“Konuğumuz Olun” sözü burada gerçek çıktı. Yemek parasını bir türlü almak
istemeyen Ali Rıza ısrarımız karşısında sadece çay parası gibi bir şey aldı.
Ertesi sabah kahvaltı öncesi buluşmak için sözleşerek güzel otelimize döndük.
Sabah gümrük 8,30 da açılıyormuş, yol çok yakın. Bu nedenle çok acele etmeyip saat 7,30 da erken açacağını söyleyen Ali Rıza’nın lokantasına gidiyoruz. Ama lokanta kapalı, bizde tam karşısındaki kahve bakkal karışımı yerde durup bir şeyler alarak çay eşliğinde kahvaltı yapıyoruz. Burada unutmadan söyleyeyim. İran’da yol üzerindeki satış yapan bakkal, market, büfe adına ne derseniz deyin hepsinin önünde devasa bir sıcak su kazanı var. İnsanlar gelip buradan çaylarına, termoslarına sıcak su dolduruyorlar. Yola koyulduğumuzda yol üzeri kartonlarla sigara satan bir sürü insan ortaya çıkıyor, durmayıp gümrük alanına devam ediyoruz. Saat 08,30 bahçe kapısı gibi bir kapının önünde 3 – 4 araba bekliyoruz. Bu esnada bir sürü insan geliyor ellerinde kocaman valizler, çantalar.
Hepimiz bekliyoruz. Derken kapı açıldı ve bir kısmı toprak bir yoldan yaklaşık 2 km kadar gidip konteynerlerden oluşan İran gümrüğüne vardık. Karşı tepede ise Ay Yıldızlı bayrağımız dalgalanıyor, ne kadar yakınız ama çok da uzağız. Bu sefer hazırlıklıyız. Alp bekleyecek biz gümrükten geçtikten sonra geçecek, bir daha birbirimizi kaybetmeye gerek yok. Hemen yanımıza bir İran’ lı yanaşıyor, gümrük işlerimizi hızlandırmak istiyor. “Kaç para vereceğiz” diyorum, “para önemli değil ben size yardımcı olurum, ne verseniz olur, vermeseniz de olur” diyor. Kabul ediyoruz, herif Allah’tan prosedürü biliyor. Elimizdeki Triptiğin boş bir sayfasının fotokopisi çekilmesi gerekiyormuş. Bu iş için sigortacıyı bekliyoruz çünkü fotokopi bir tek onda var. Derken adam geldi ve kopyayı çektirdik. Sonra bir başka müdürü bekledik, o geldi o boş kopyanın üzerine bir şeyler yazıp başka bir müdüre gönderdi. Bu gittiğimiz müdür Yol vergisi adı altında makbuz falan vermeden 75.-TL tahsil etti ve evrağa bir kaşe vurup bizi başka bir vezneye sevk etti. Bu gittiğimiz yerde bizden mazot farkı tahsil edeceklermiş. Yani bizim ülkemizdeki mazot fiyatından, kendi ülkelerindeki mazotun fiyatını çıkartıp, arabanın depo kapasitesi ile çarpıyorlar. Bu işleme o kadar önem veriyorlar ki bu veznedeki adamlar gelmeden ülkenin gümrük kapılarını yayalar için bile açmıyorlar. Veznenin önü tıklım tıklım, neyse ki bizim adam iri yarı. Önemli hususlardan birisi de burada ödemenin İran kredi kartı ile yapılması, “ee bizim yok” diyorum, adam elindeki kartı gösteriyor. O ödeyecek, bizde ona ödeyeceğiz. Nihayet adamlar geliyor ve işlemler başlıyor. Bu arada Türk bir şoför arkadaş var onunla konuşurken o “gel benimle” diyor ve sonradan yapılacak iki ayrı mühür ve imza işini onun sayesinde yapıp zamandan kazanıyoruz. Bu arada veznedeki işimiz de halloluyor ve başka bir imzaya sonra başka bir imzaya, sonunda triptik karnemize çıkış damgası vuruluyor. Adama çıkartıp, mazot parasını Türk Lirası olarak, cüzdan da kalan son İran paralarını da (yaklaşık 5.- USD) hizmet bedeli olarak vermek istiyorum. İlla Türk parası istiyor, biraz önce ne verseniz razıyım derken 50.-TL’ ye razı oluyor ( Ama çıkışta Alp’ e bizim çıktığımızı haber verirken ondan da bir 20.- TL istemeyi ihmal etmemiş). Artık son evrakları teslim edip kapıdan çıkacağız ki kapının ağzındaki adam kulübe den evraklarla yanına gitmemi istiyor. İçeri girdiğimde evraklara hiç dokunmadan “bize çay parası yok mu” diyor. Hay ##@##@@&&. Cüzdanı açıp gösteriyorum. Kibarca içinden o kalan İran paralarını alıyor ve evraklara hiç dokunmadan bize iyi yolculuklar diliyor. İran’ dan çıktığımıza inanamadan, biraz ilerideki modern Türk gümrüğüne giriyoruz. Orada Pasaportlarımız damgalanırken “nihayet Türkiye’ deyiz değil mi” diye birbirimize soruyoruz. Sırada Gümrük kontrol var, aracı yanlarına götürüp, “rahat rahat arayın acelemiz yok” diyorum. Yaklaşık 2,5 saat süren gümrük geçişimiz tamamlandığı ve İran’ dan kurtulduğumuz için sevinç içindeyiz. Alp’ i beklerken yolcu çıkış yerinden çıkan İran’ lı kadınları seyrediyoruz. Hepsi ama hepsi çok şık, bol makyajlı, ayaklar pedikürlü, eller manikürlü, saçlar açık özgürlüğe yürüyorlar. Alp geliyor, birbirimize sarılıp, artık Türkiye' deyiz diyerek resim çekiyoruz. Hatta bir ara toprağı öpelim mi diye de düşünmedik değil.
Yolda güvenlik kontrolünü geçip Saray üzerinden Van’ a ulaşıyoruz. Şu ana kadar gümrük geçişi dahil 5 saatte 110 km. yol yaptık. Bu benim ilk kez Van’ a gelişim. Hilal ve Alp yıllar önce bir kez gelmişler. Bizi burada muhteşem bir şehir karşılıyor. Keşke zamanımızı ayarlayıp burada iki gün kalabilseydik. Van’ da ilk durağımız İpek yolu caddesi üzerindeki Opet benzin İstasyonu… İnanın Türkiye’de gördüğüm en ama en temiz Opet istasyonuydu. Tuvaletler tertemiz, içerisi kokmuyor, abartmışlar lavabo önlerinde el kremi ve saç jölesi var, çalışanlar inanılmaz kibar ve güleryüzlü. Burada biraz olsun soluklanıp Van gölü kenarında bir kahve içelim diyoruz. Rastgele ilerleyip göl kıyısında bir yer arıyoruz. Sütçü Cafe bizden önce İran’ lılar burayı keşfetmişler bile. Çok huzurlu, tertemiz ve büyük bahçesi olan bir yer. Gölün hemen üzerinde, biraz uzakta havaalanı gözüküyor. Çalışanlar çok kibar ve ilgililer, burada çay tost üzerine de kahve içip rahatlayıp tekrar yola koyuluyoruz. Hedefimiz 380 km. ilerideki Erzurum. Normalde 5 saat sürmesi gereken bir yol ama yol üzerinde bir çok güvenlik noktası var, arada da elbette bizim molalar olunca yol 7 saat kadar sürdü.
Van çıkışında göle yukardan bakan bir noktada çay içen insanlar görüp duruyoruz. Amca’ nın biri tek odalı bir çay ocağı işletiyor. Çayda çok iş yoktu ama sohbeti ve manzarası güzeldi. Burada yıllardır arkadaşlarıma anlattığım ama aslını bulup da bir türlü gösteremediğim bir şeye rastlıyorum. Bu şeyin adı “Kırlangıç”, kavungillerden olduğunu sanıyorum, büyüklüğü mandalina ile küçük portakal arası bir yerde. Üzeri tüysüz, pürüzsüz, daha çok kavuniçi ile kırmızı renklerde, yenilmeyen, sadece koklanan bir meyve. Burada da kokusu için satılıyor, insanlar alıp evlerine, arabalarına koyuyor, onlar da çürüyene kadar mis gibi kokuyor. Hemen birkaç tane aldım tabii ki.
560 Çok güzel memleket manzaraları eşliğinde Erzurum’ a vardık. Elbette önce karnımızı doyurduk, sonra otel aradık. Bu seferki otelimiz Yedikapı Otel. Çok beğendim, bir daha gelirsek kesin burada kalırım.
Huzurlu bir uyku, sabah duş ve güzel bir kahvaltı sonrası eşyalarımızı alıp dışarı çıkıyoruz. Önce Yakutiye Medresesi, sonra Çifte Minareli Medrese, daha sonra Erzurum Kongre Binası. Medrese’ ler çok güzellerdi ama Erzurum Kongre Binası ve hissettirdiği duygular anlatılmaz. Düşünsenize Türkiye Cumhuriyeti’ nin temellerinin atıldığı yerdesiniz. Burada Mustafa Kemal Atatürk’ ü ve dava arkadaşlarını saygıyla andık. Sonra aradığımız Atatürk evini ve şehrin içinden çıkan Aziziye Tabya yolunu bulmayı başaramadan kös kös dolaşıp Palandöken Kayak merkezine gittik, biraz etrafı seyredip yola koyulduk. Hedefimiz km yol yapıp Erzincan üzerinden Amasya.
Bugünün hedefi 670 km. Ancak önce Merzifon’ a uğrayıp klasikleşen Alp’ in çocukluğunun geçtiği yerleri dolaşıp görme turumuz var. Merzifon’ da son gördüğümüzden bu yana çok gelişmiş ancak yollarda tamiratlar var. Biraz içeri girmemize rağmen görmek istediğimiz noktaya ulaşma yolunu bulamadık Alp’ in de hevesi kaçtı ve Merzifon’ dan ayrıldık. Yol seyahat için ideal, ne sıcak ne soğuk, içimizde nihayet eve varacağız diye bir heyecan. Öğle yemeği için Kurşunlu yakınlarında mola verdiğimizde önce bir telefon sonra da televizyonda “İstanbul’ da Deprem” haberleri alıyoruz. Arkasından telefonlar, kısaca herkes “ İstanbul a gelmeyin” diyor. Olsun, diyerek İstanbul’ a sürdük, önce Tuzla, Alp’ i ve eşyalarını bıraktık, sonra da ev. Eşyaları falan indirmedik, arabayı park ettik, eve girip ayaklarımızı uzattık ve birbirimize bakıp “hadi geçmiş olsun” dedik.
Sonuç; İran’ a gidilir mi? Eğer çok ama çok hevesliyseniz gidilir, yoksa oturun oturduğunuz yerde. Mazoşist değilseniz hele arabayla hiç heves etmeyin. İlla da “ben gideceğim” diyorsanız; mesela Şii inancındaysanız binin uçağa Meşhed’ e gidin İmam Rıza Türbesini ziyaret edip aynı gün geri dönün. Tarih ve Arkeoloji merakınız varsa, binin uçağa Şhiraz’ a gidin, sadece Persepoli ve Nakş-ı Rüstem’ i görün hiç oyalanmadan İsfahan’ a geçin, buranın çarşısını, saraylarını gezin ve hemen dönün. Yazd benim için önceden İran’ ın en egzotik şehriydi ama o eski büyüsü kalmamış o nedenle Zerdüşt değilseniz ona da gitmenize gerek kalmadı demektir. Araba ile gitmek istiyorum ama Farsca bilmiyorum, bilen biri yardım etsin diyeceklere Nader' in telefonunu seve seve veririm.
Veee sıra geldi Turing hesaplaşmamıza. Turing’e gittik, şikayetimizi yaptık, hem sözlü hem yazılı olarak. Müdürleri olan beyefendi çok ilgilendi ve şikayet dilekçemizi aldı. Elbette maddi olarak bize geri dönecekleri yok, çektiğimiz sıkıntıları da telafi edemezler ancak çalışanların kulakları çekilir ve bizim gibi başka insanlar da mağdur olmazsa yeterli sonuca biraz olsun ulaşılmış olur.
Biz bu seyahate kendi isteğimizle gittik ama gerçekten “keşke gitmeseydik” dedik, çok yorulduk, çok sıkıldık. Yılların dostluğu olmasa bu grup bu sıkıntıları atlatamazdı, geleli günler oldu daha yeni yeni kendimize gelebiliyoruz.. Seyahat anılarının bazı yerlerini çok süslemişsem de bunu, bu seyahati organize ettiğim için suçluluk duyguma verin. Yoksa hala aynı kanıdayım ; “keşke gitmeseydik”…
Merak edenler için tüm seyahat masrafımız (3 kişi için) 5.000.- TL+700.-USD tuttu. Buna gümrükte ödediğimiz rüşvet ve aldığımız yurt dışı pulları hariç, araç tamir bedeli de dahil.
Eğer yazının sonuna kadar okuduysanız sabrınıza hayran kalmamak da mümkün değil. Sevgiyle kalın.