20 Ocak 2020 Pazartesi

İRAN


  Aslında denediğim bir şeydir, aynı gün içinde ; özellikle  çok beğendiğim bir yemeğin, içeceğin  yada tatlının ikinci porsiyonunu almak istemem. Çünkü asla ilki kadar keyif almayıp o ilk tadın ağzımdan kaybolmasına neden oluyor.

  Bunları bilmeme rağmen nasıl oldu da bu hatayı yaptım bilmiyorum. İkinci kez İran’ a gittim…. Neyse hikayeye gelelim..
  İlkini 9 yıl önce,  Motosikletle yaptığımız İran turumuz bazı nedenlerden dolayı yarıda kalmış ve görmeyi arzuladığımız bazı kentleri göremeden geri dönmüştük. Ya o yolculuğun yarım kalması yada o zaman daha genç, daha romantik bakışlarla bu ülkeyi izlemiş olmanın verdiği gazla İran bende / bizde yarım bir hikayeydi. Onu tamamlamak gerekiyordu.

  Bu yarım hikayeyi 9 sene boyunca her ortamda ballandıra ballandıra anlattık, andık. Üstelik İran’lı arkadaşlarımız sürekli bizi arayıp ne zaman geleceğimizi soruyorlardı. Sonunda karar verdik ve yol hazırlıklarına başladık.

  Yola çıkacak olan dört kişiden üçünün uçak korkusu olması nedeniyle bu yolculuğu karadan araçla yapmayı planladık. Aracımız Fiat Doblo 1,6 Dizel.

  İlk önce gidip ülkemizin medarı iftiharı Turing kurumundan Triptik belgesi aldık. Bu iş için kendilerine 400.-TL bayıldık. Ayrıca  500.-USD depozit bedelini’ de bankaya yatırdık. Yurt dışı çıkış fonları olan adam başı 50.-TL’ leri bankaya yatırdık. Araca bakım yaptırdık, muayenelerini de daha zamanımız olmasına rağmen erkenden yaptırdık. Aracın port bagajını taktık, çeşitli kamp malzemelerini özenle seçtik, kullanmayı düşünmediğimiz ama ihtiyacımız olur diye çeşitli ilaçları çantamıza depoladık (en çok ihtiyacımız olacak şeyi, yani sakinleştirici almayı unutmuşuz).
  Seyahat tarihini özellikle belirlememiştik. Bizim için sadece yola çıkış tarihi meğerse İran için çok önemli bir zamana denk gelmiş. Muharrem ayı… Bunun ne kadar önemli olduğunu ancak oraya gittiğimizde görecektik. Bizim seyahat tarihimiz yaklaştığında bir arkadaşımız yola çıkmaktan caydı (akıllı kız). Biz ona rağmen üç kişi azimle yola çıktık. Ben, Hilal ve Alp…


  7.Eylül 2019 tarihinde önce Kadıköy’den sonra Tuzla’ dan hareketle sabah 04.00 de yola çıktık. Çeşitli lay lay lomlarla güzelce yol aldık. Sabah kahvaltısı için daha önceden Kurşunlu’da defalarca durduğum ve her seferinde çok beğendiğim Şekerler Dinlenme Tesisini seçmiştim. İlk hata… Tesis benim oradan geçmediğim zamanlar içinde çok ama çok geri gitmiş.. keşke durmayıp daha ilerleseymişiz yada daha önce başka bir yerde dursaymışız.


  Biraz daha ilerleyip Tosya ile Osmancık arasında Kızılırmak nehrini gören bir noktada yol kenarındaki çay bahçesinde durup temiz havanın kokusunu içimize çekiyor neşe ile kahvelerimizi yudumluyoruz.
Çok oyalanmadan yola koyulup Amasya girişinde Opet ’ten yakıt alıp Amasya çıkışında Otobüslerin durduğu adını bilmediğim bir dinlenme tesisinde öğle yemeği molası veriyoruz. Azimliyiz, Erzincan girişinde tekrar bir kahve molası, hava kararmasına rağmen ısrar edip saat 20.30 gibi Erzurum’ a varıyoruz.  Görmediğimiz zamanlarda bu şehre ne olmuş böyle. Daha bir büyümüş, daha bir güzelleşmiş, daha modern, daha bir ışıl ışıl olmuş..

  Karnımız çok aç, oradaki insanlara sorarak bir lokanta buluyoruz. Ye Gör Cağ Kebap… İlgi güzel, içerisi temiz, Et ehhh, Lezzet ehhh, Fiyatlar bu lezzete göre fazla. Hiçbir şeye takılmayalım diyerek kalkıp bir otel arıyoruz. Birkaç yere sorduktan sonra Hekimoğlu Otel’de yer buluyoruz. Hilal hemen yatay pozisyona geçiyor, biz Alp’le gezmeye çıkıyoruz. Önce Yakutiye sonra Çifte Minareli Medrese.. ardından eski Erzurum Evleri. Çok hoşumuza gitse de daha fazla zorlamadan otele dönüp yatıyoruz.






   Sabah 07.30 kahvaltı ardından yola çıkış saatimiz. Yol oldukça boş, günlerden Pazar olmasının etkisi herhalde. Memleketimiz hakikaten güzel, daha önceden fark etmediğimiz ve görmediğimiz yerleri gülümseyerek izliyoruz. Hızlı bir tempo ile önce Ağrı, Doğubayazıt ve Gürbulak Sınır Kapısı…

  Yol boyu arama ve kontrol noktalarının sonuncusu Doğubayazıt girişinde, onu da geçip hevesle Gümrüğe gidiyoruz.

  Yurt dışına çıkışlarda; Avrupa yönüne gidişin aksine burada araç içindeki yolcu geçişleri ayrı, şoför ve araç geçişi ayrı yapılıyor.  Hilal ameliyatlı olduğu için benimle arabada kalıyor. Alp ise arabadan inip gümrüğe gidiyor. Durumu polise anlatıyoruz ve arabada iki kişi geçmemize müsaade ediyor ancak bu kez Banka’ dan aldığımız Yurt dışı çıkış makbuzlarına takılıyor. Neyse bize ve makbuzlara inanmayıp,  telefon açıp sorduğu diğer polisler makbuzun geçerli olduğunu söyleyince pasaportlara çıkış damgası vuruyor. Sonra Triptik işlemini yaptırıyoruz ve aracımızla geçiş kapısının önünde bekliyoruz.
10 dk kadar sonra genç bir İran askeri kapıyı açıyor bizi İran sınırına alıyor. İlk önce aracımızı arıyor ve “hoşgeldiniz” diyerek diğer araçların yanına gönderiyor. Bizim gümrüğün aksine burada onlarca sivil insan var. Kimin görevli, kimin polis kimin halktan olduğu belli değil. Hepsi birbiri ile samimi… Bizim yanımıza Türkçe konuşan biri geliyor aracı şöyle çek şuraya koy benimle gelin gibi komutlar yağdırıyor. O kişi ile (muhtemelen aracı biri)  direkt pasaport polisine gidiyoruz ve pasaportlarımıza giriş damgası vuruluyor. Sıra geldi araç işlemlerine.. Elimizde Triptik belgesi işlemi yapacak görevlinin yanına gidiyoruz. Adam Triptiği açıyor ve bu eksik diye önümüze atıyor. “Gidin bunu doldurtun sonra gelin” diyor… Anlamıyoruz. Nasıl yani ??  Sonra halimize acıyor ve lütfedip Triptiği açıyor bize gösteriyor.
Medarı iftiharımız Turing Triptik belgesini eksik doldurmuş… Türkiye ile ilgili sayfayı ve kapağı doldurmuş ama Girilecek ülkelerle ilgili olan arkadaki sayfaları doldurmamış…
“Ne yapacağız” diyoruz.
“Yallah Türkiye’ye” diyor.
Arabaya yöneliyoruz.
“Hayır, araba değil, o burada kalacak, sadece siz gideceksiniz. Evrağı doldurtup tekrar geleceksiniz” diyor…
  Araba Hilal’in üzerine olduğu için oda mecburen geliyor, kös kös elimizde Triptik ve pasaportlar İran gümrüğünden çıkış damgası vurduruyor, Türk tarafına geçiyoruz. Orada’da tekrar ülkeye giriş damgası vurduruyoruz. Halimiz şöyle ; Hava buz gibi esiyor, yağmur yağdı yağacak, benim üzerimde sadece bir tişört var, Hilal’ in ise baş örtüsü ve tesettür için giydiği hırka. Arabamız ve Alp, İran’ da biz Türkiye’ de. Telefonlar çekmiyor ve Alp’ le iletişimimiz sıfır….. Hilal rahatsız olduğu için yavaş yürüyor ben yarı yürüyüp yarı koşarak yaklaşık 1 km. lik yolu alıyor ve Turing ofisine ulaşıyorum. Kapıda 08.30 – 17.00 arasında çalıştığı yazılan ofis Kapalı….. Soruyorum “yemeğe gitmiştir” deniyor.  Hilal nihayet nefes nefese geliyor ve ofisin önünde buz gibi rüzgarda bekliyoruz. Bu sefer girişteki Polis geliyor “Burada bekleyemezsiniz, burada durmak yasak” diyor… Epeyce bir dil döktükten sonra bana değil ama Hilal’ e acıdığından ofisin yan tarafında durmamıza müsaade ediyor. Bekliyor, bekliyor, bekliyoruz… Bu arada Turing’ e olan şükran ve sevgi duygularımı binlerce sözcükle süslediğimi tahmin ediyorsunuzdur. Sonunda görevli geliyor ve konuyu daha anlatmadan olayı anlıyor “hata bizde, bu hep oluyor” diyerek işimizi yapıyor. Evrağı tekrar alıp aynı yolu bu sefer yokuş yukarı ve aynı hava şartlarında nefes nefese katedip, gümrüğe tekrar varıyoruz. Sırada bekleyenlere rica minnet öne geçiyoruz ve pasaport polisimiz tam çıkış damgasını vururken bu kez “çıkış pullarınız nerede” diyor. Durumu anlatsak da “olmaz her pul bir çıkış için” diyor. Koşa koşa gidip iki pul alıp geliyorum ve tekrar çıkış yapıyoruz.

  İran tarafındayız, kuyruğa giriyoruz. Sıra bize geldiğinde Hilal pasaportunu uzatıyor adam damgalıyor işlemi yapıyor. Ben uzattığımda “Sen İran’ a giremezsin” diyor… Nasıl yani… Bizim itirazlarımız ve bağırış çağırışlarımız üzerine Hilal’ in pasaportu da alıyor ve “şurada oturun” diye bizi az ilerdeki banka gönderiyor. Orada Türkçe bilen bir İran’ lı devreye giriyor ve pasaport polisi ile konuşuyor. Sonuçta Triptik belgesi arasına sıkıştırılan adam başı 50.- den toplam 100.-USD yi göstererek pasaportlara damgaları vurdurtabiliyoruz. İçeri girdikten sonra bu sefer  Triptik belgesini doldurtma telaşı başlıyor. Aynı adamların değişik zamanlarda vurduğu mühürler, attıkları imzalar ve değişik kişilerce üç kere aracın kontrolü sonucunda nihayet işlem bitiyor ve geçiş izni alıyoruz. Son imzayı atan kişi son bir kez arabayı kontrol etmek istiyor. Ancak saatlerdir bekleyen yağmur öyle bir bastırıyor ki 5 mt. ilerimizdeki arabaya ulaşmak bile problem. Bu arada saatin 15.00 i geçtiği ve o saatten sonra resmi dairelerin kapandığını, geçici plaka çıkartma işleminden vazgeçip araçla kalış süremizi 10 güne sığdırmaya karar verdiğimizi o yüzden işlemlerin bu kadar kısa sürebildiğini belirtmeliyim. Yoksa daha biz çok sürünürdük…

  Nihayet hepimiz arabanın içinde buluşabiliyor ve “içine ettiğimin memleketinden geri dönelim ne bu ızdırap” diye konuşuyoruz. Sonra da “ Lanet olsun bu kadar katlandık kalalım bari”  diyerek aracı sürüyoruz.  Bazergan’ da mazot olmadığı için aracı Maku’ ya sürüyoruz. Orada bir benzinci büyük havalarla “bu Euro 5 mazot, İran’ ın birçok yerinde bulamazsınız” diyerek depoyu dolduruyor. 45 lt. mazot alıyoruz  27.000 Tümen tutuyor… yani  2,40 USD,  yani  14.-TL falan…. Eğer İran mazot kartımız olsa ödeyeceğimiz para bunun yarısı olacaktı.  Yuh bu ne diyerek yola çıkıyoruz.

  Bu arada girdiğimiz her şehir ama her şehir hatta şehirler arası yollar bile hız tümsekleriyle dolu. Bunun sebebi’ de Manyak, Psikopat İran şoförleri… O kadar cahil cühela ve bir o kadar da tehlikeli araç kullanıyorlar ki neredeyse yavaşladıkları tek yer bu hız tümsekleri. Ona rağmen siz öndeyseniz ve hız tümseği için yavaşladıysanız da size bozuk atıp sellektör falan yapıyorlar. Bir sürü hız tümseğini fark etmediğimiz için, arabanın hoplamaları sonucunda klima borumuzun metal kısmı sürtünme ile yırtılmış. Şehir içi yada dışı fark etmeksizin iki şeritlik yolda minimum üç araç oluyor ve bahsettiğimiz araç hızları da minimum 60 km… bazı yerlerde 140 km civarında… Dört şeritli (yan yana en az beş araç demektir bu) yolda en sağdaki adamın hiçbir sinyal vermeden en sola girip karşı şeride U çekmesi ise çok normal karşılanıyor. Sinyal veren araç neredeyse hiç yok… En hızlı olmak bir prestij olarak görülüyor. Haliyle bütün Şoförler de bu prestije layık olmaya çalışıyorlar. Buna kadın sürücüler de dahil. Tüm İran’da gördüğümüz en iyi sürücünün İranlı arkadaşımız Semaneh olduğunu söyleyebilirim. Tabi bütün bunları yazarken ülkenin güneyine indikçe sürücü kalitesinin de nispeten iyileştiğini söylemeliyim. Eğer dağarcığımızın yettiği kadar ettiğimiz küfürler yerlerine ulaştıysa binlercesinin kulaklarının kızardığını söyleyebilirim.

  Ülkede çeşitli marka arabalar var, bir çoğu kendi imalatları. Eski Peykan’lar, Peugeot 405 , Peugeot 205, 206, Saipa, Samand, Pars, Pride ve Renault bunların içinde benim anımsadıklarım. Birde Zamyad diye bir kamyonetleri var ki anlatılmaz yaşanır… (söylendiğine göre üzerinde 5 ton malzeme ile dağ tepe gidiyormuş) üzerinde inanılmaz yükle yolda en sol şerit de ve çok süratli… Ayrıca yüzlerce eski Mercedes kamyonlar, Amerikan Mack Tırlar, simsiyah bir duman salarak ama tam gaz üstünüze geliyorlar…

  Bizim gördüğümüz binek araçların tamamı benzinli, dizel araçlar sadece otobüs ve kamyonlar. Eğer binek otoların içinde dizel olanı varsa, biz hiç rastlamadık.

  Hikayeye geri dönersek; şiddetini zaman zaman epey arttıran yağmur, bozuk yollar, hız tümsekleri ve manyak İran sürücüleri arasında hava kararırken Tebriz’ e ve arkadaşlarımızın yer ayırttığı İran Otele ulaşabildik. Biz bu yolculuğumuzda Maps Me uygulamasını kullandık. Tavsiye ederim gerçekten çok işe yarıyor, ancak arada bir kapatıp açarsanız daha iyi sonuç alıyorsunuz. Biz birkaç kez başka başka yerlere gitmek durumunda kaldık. Maps me sayesinde otele ulaşır ulaşmaz odalarımıza yerleşip ve arkadaşlarımızı aradık. Otel sanırım iki yıldız ayarında, burada bilindik bir isim.

  Bizler için en önemli özelliği odamızdaki tuvalet de klozet olması (İranlılar bu tuvalete Frengi diyorlarmış).  Ancak duş için ayrılan bir bölüm, duşakabin yada duş perdesi falan yok. Banyonun ortasında yıkanıyorsunuz, sizden sıçrayan sular, lavaboya, klozete çarpıp size tekrar geri dönüyor… Siz sıçrayan bu sulardan kurtulmak için biraz daha su dökünüyorsunuz, sizden akan sıçrayan sular size tekrar geri dönüyor, yani bu kısır döngü devam edip duruyor. Ayrıca size tuvalet ve banyo terliklerini anlatmam gerek. Banyoda bir çift plastik terlik var, kullanılmaktan rengi beyazdan kahverengiye doğru dönmüş ama misafirler kullanabilsin diye hala yerinde… İlk önce banyolardaki bu duş ve terlik olayına şaşırmaktan ziyade garip diye baksak da bunun tüm İran gezisinde karşılacağımız bir uygulama olacağını elbette hesaplayamamıştık.  Evet,  sadece Şiraz’da kaldığımız bir otel hariç tüm otel banyolarında duş aynı şekildeydi (hatta bazısında klozet yerine alaturka tuvalet taşı vardı) ve banyo terlikleri olmazsa olmazdı. Daha sonra bu uygulamanın evlerde de aynen devam ettiğini gördük. Otel neyse de (çünkü odada kalan insan sayısı belli ve kendi terliklerinizi kullanır yada ayakkabı ile içeri girersiniz) evlerde durum daha zor. Çünkü evlerde insanlar duş yapıp çıktıklarında, elbette o plastik terlikleri kullanıyorlar, siz daha sonra o banyoya gireceğinizde ıslak terlik ve her tarafından sular akan bir tuvalet taşı ile karşılaşıyorsunuz. Düşünün; kendi terliğinizi giyemiyorsunuz, birincisi yerler ıslak, dışarı o terlikle çıkamazsınız etraf ıslanır, ikincisi orası aynı zamanda WC, ev sahipleri orada kullandıkları terlikleri ev içinde giymiyor dolayısıyla sizde giyemezsiniz.. Üçüncüsü ıslak bir tuvalet taşı karşınızda, kullanabilmek için önce onu temizlemeniz gerekiyor… Pantolonunuzun paçalarının ıslanmasını önlemenin tek çaresi onu çıkartıp banyoya öyle girmek. Onu da yapamadığınıza göre iki seçeneğiniz var, birincisi; çişiniz yada kakanız gelse bile kendinizi sıkmak, ikincisi ise evdeki diğer alaturka tuvalete girmek, onda da artık alışkanlıklar kaybolmuş, oturup kalkamıyorsunuz. Bunun sonucunda iki kişi kabız, bir kişi de ishal olduk… Kabız olanlar bir nebze şanslıydı çünkü tuvaleti kullanma sorunu ortadan kalkıyordu ama ishal olanımız gerçekten çok çile çekti. Ev sahipleri ise  bu durumu normal karşıladıkları için elbette sizi anlamıyorlar hatta sizin bu titizliğinize anlam veremiyorlar.

  Şimdi, sizler  bu yazıları okuduktan sonra dahi “ay ne güzelmiş, hadi bizde gidelim” diyecekseniz sizlere son günlerin popüler sporu Squat hareketi çalışmanızı tavsiye ederim. Böylece ülkenin nerdeyse tamamındaki alaturka veya alafranga tuvaletlere oturmadan çişinizi yada kakanızı yapabilir, oraya buraya tutunmak zorunda kalmazsınız. WC lerle ilgili son not, en kötü benzin istasyonundan evlere, otellerden lokantalara kadar tüm WC’ lerde seyyar taharet borusu ve bataryası var. Üstelik % 95 çoğunlukla sıcak su bağlantılı… Kısacası kakanızı yapmak yada yapabilmek çooook zahmetli ama popo yıkamak keyifli olabilir. Ayrıca neredeyse tamamında merkezi sistemle dağıtılan sıvı sabun var.

  Arkadaşlarımıza geri dönersek, telefon konuşmamızdan biraz sonra geldiler ve otel lobisinde hasret   giderdik. Daha önceden hep birlikte zaman geçirdiğimiz için konuşacak epeyce bir şey oluyor.
Arkadaşımız Nader, bizim 9 sene öncesindeki yolculuğumuzda, Tahran’da tanıştığımız ancak aslen Tebrizli biri. Nader çok güzel Türkçe konuşmasının yanında İngilizce ve Almanca biliyor. Geçimini de bu dillerden tercümanlık yaparak kazanıyor. Karısı Semaneh ise Nader’den birkaç yıl sonra tanıdığımız çok akıllı, çok tatlı bir insan. Aslen Meşhed’ li. Kendisi tüm İran’da gördüğüm en iyi sürücü. Ufku ve modernliği ise kesinlikle Nader’ den daha geniş. Nader bir çok ülkeyi gezmiş, gerek ülkemizi gerekse gittiği diğer ülkeleri ve oradaki yaşamı özümsemiş olsa da, ülkesinin meselelerine bir batılı gibi bakmış olsa da daha gelenekçi, Semane ise kesinlikle daha modern. Oğulları Sehend (Bu Tebriz’deki bir dağın ismi ve çok popüler bir isim) ise artık 5 yaşında, kocaman olmuş, çok güzel, çok akıllı bir çocuk ama bir çok yaşıtı gibi ele avuca sığmıyor. Çoğunlukla o bizim, biz onun dilini çok anlamasak da kendisiyle bayağı oynadık.  Bu arada bizim fıkralarımızın çoğunda yer alan Karadenizli tiplemesi, İran’ da Tebrizli’ ye dönüşmüş. İran’ da özellikle Tebrizlilerin cimriliği çok meşhurmuş. Elbette arkadaşımız Nader de bu tiplemenin içinde yer alıyordu. Arkadaşlarımız; şu anda Meşhed’ de yaşıyor olmalarına rağmen, hem Nader’ in ailesini ziyaret etmek, hem de bizleri karşılayarak beraber vakit geçirmek için o kadar uzun yoldan Tebriz’ e gelmişlerdi.

  İran’da şehirler arası mesafeler çok uzun. Düşünün Tebriz ile Meşhed arası yaklaşık 1500 km. Ancak İran hükümeti bu uzun yolları araç sürerek gitmek istemeyenler için bir çözüm yolu bulmuş. Trenle araç taşımacılığı yapılıyor. Hemde neredeyse tüm şehirler arasında. Araç yüksekliği  160 cm kadar olan binek tipi araçlar çok ama çok ucuz bir fiyatla bir şehirden diğerine taşınıyor. Bu arada araç sahipleri ister aynı trende kendi kompartımanlarında, isterlerse hava yolu ile gidecekleri yere ulaşıyorlar (Aynı bizde motosiklet bile taşımak istemeyen TCDD gibi değil mi?). Bizim aracımız hem yüksek hem de üzerinde portbagaj olduğundan biz bunu deneyimleyemedik

  Arkadaşlarımızla yerel bir lokantaya gidip akşam yemeği yiyoruz. Menü Urfa benzeri acısız et kebap ve tavuk şiş, elbette yanlarında pilav. Bilenlerin affına sığınıyor bilmeyenler için anlatıyorum. İran pirinci bizdeki pirinçten farklı. Onlarınki ince uzun, bizimkilerse daha tombul. Lezzet farkları pişirilme şekliyle değişse de, bence bizim pilavlarımız kesinlikle çok daha lezzetli. Orada yediklerimiz ise farklı bir lezzet, üzerlerinde safran tanecikleri, yanında ayrı getirilen küçük bir tereyağı paketi.. dediğim gibi farklı bir lezzet. Ve Ekmek.. Ekmek olarak masaya Lavaş geliyor. Ancak görüntüsü hani balonlu ambalaj naylonları var ya, aynen öyle, tadı ise ehh (sunta’ dan hallice). Gittiğimiz tüm şehirlerde bu ekmeğe bolca rastladık ve ister istemez alıştık. Yemek sonrası biraz daha sohbet, Semane’ nin bizler için seçtiği görülmesi gereken yerler listesi ve ertesi sabah buluşmak üzere ayrılış…

  Bugün hava kapalı olsa da yağmur yoktu. Otelimizdeki sabun benzeri beyaz peynir, reçel, iki dilim domates ve ıhlamur rengi bir çayla kahvaltımızı yaptıktan sonra arkadaşlarımızla buluşup bugünkü gezi yerimiz olan Kendovan’ a doğru yola çıktık. Yola çıkmadan önce okuduğumuz bir sürü gezi yazısının kimi  Kendovanı yere göğe sığdıramıyor, kimisi de buraya gitmeyi zaman kaybı görüyordu. Kendovan Tebriz’ den yaklaşık  60 km. mesafede bir bölge. Kaba bir benzetmeyle bizim Kapadokya yöresine benziyor. Ancak Kapadokya’ ya oranla çok küçük bir yer ve buradaki koni yerleşimlerin üzerinde şapkalar yok. Buranın bana en ilginç gelen kısmı çok küçük ve dik bir yamaçta bulunan bu tepelerin şu anda ev olarak yoğun kullanımda olmasıydı. Bir yamaçta yerleşim alanı, aşağıda oldukça geniş akan bir dere ve yeşillikler açıkçası çok muhteşem bir görüntü olmasa da güzeldi. Esas bizim için güzel ve ilginç olansa burada rastladığımız Muharrem Ayı Etkinliklerinden olan Kerbela şehitleri için yapılan Matem Töreni oldu. Bu tören sırasında önde üzerinde Kerbela için çeşitli yazılar olan bayraklar ve pankart taşıyan insanlar, onların arkasında elinde mikrofonla bu günün acıklı hikayesini anlatan bir anlatıcı, daha arkada temsili sandukayı taşıyan ve onun etrafında ellerindeki zincirlerle kendilerini döven insanlar. Daha arkada cenazenin ardından yürüyen  erkekler, en arkada ise kadınlar. Bu insan grubunun içinde anne yada babalarının kucağında bebekler de var.
 Neredeyse herkes matem nedeniyle siyah giyinmiş durumda zaten ülkenin tamamında bayrak direklerinde siyah bayraklar asılıydı. Tüm radyo ve TV kanallarında matemle ilgili programlar vardı. 


    Bu grup geçerken o daracık Kendovan sokaklarında onlarca hayvan kesildi. Kan yukardan aşağıya neredeyse Kendovan’ ın tüm taşlarını yıkadı diyebilirim. Orada kesilen hayvanlardan akan kan belki de tüm Kerbela’da akan kandan fazladır desem abartmamış olurum. Sıra dualara geldiğinde; anlatıcının sesi mikrofondan dolayı ve telaffuz’ dan dolayı farklı gelse de söylediği duaların içinde duyduğum bir bölüm çok hoşuma gitti “hepimizi edepli yaşat yarabbim”. Ne hoş değil mi artık unutulan bir şey Edep… Grup dağıldıktan sonra kanların arasından yukarı tırmanıp biraz resim çektik. Buradaki peri bacalarına plastik pencereler takılmış olsa da, sokak araları elektrik telleriyle donanmış olsa da bir çoğunda ahşap kapılar yerinde duruyor. Bu haliyle ve  yaşadığımız görüntülerle hakikaten çok farklı bir ruh haline büründük diyebilirim. Bir çok İran kentinde bu törenlere rast geldik ama en samimisi sanki buydu. Çünkü bazı törenlerde normal dururken resim çektiğimizi görünce ağlamaya başlayan insanlar da gördük…. Kendovan’ ın balı çok meşhurmuş ama her yer tören yüzünden kapalı olduğu için tatma yada satın alma şansımız olmadı. 
      
    Tören ve gezimiz bitince hadi bir kahve yada çay içelim istedik ve Semane’ nin önderliğinde yol üzerinde bir köyün içine daldık, köyü bitirip sahibini kimsenin tanımadığı bir bahçeye daldık. Orada bu cins hareketler normal sayılıyor. Her araba bagajında muhakkak bir yer örtüsü ve sıcak su termosu bulunuyor. Uygun gördükleri her yerde durup örtülerini serip kısa bir mola veriyorlar. Giderken de tüm çöplerini bırakıp gidiyorlar. Yol kenarında gördüğümüz tüm yeşillikler çöp doluydu. Aynı yere gelen insanların o çöp içinde oturmaları ve rahatsız olmamaları ise ayrı bir tez konusu. Burada da onların arabasından örtü bizimkinden kamp sandalyeleri çıktı, sohbetimiz çay kahve ile süslendi. Sadece biz toparlanıp giderken çöplerimizi de topladık. Sonra ver elini Tebriz önce öğle yemeği için yer arama (çünkü her yer kapalı) ve benzinliklerde mazot arama macerasına. Şaka gibiydi. Neredeyse tüm Tebriz'i dolaştık yemek yiyecek yer için, sonrada mazot bulacağız diye, kime sorsak yok. Sonunda yaklaşık 2 saatlik arama sonucunda bulabildiğimiz ve Euro 4 olduğu iddia edilen kamyon mazotuna razı olduk.

   Otelimize dönüp biraz dinlendik. Akşam yemeğine Nader’in annesine davetliyiz. Saat  19.00 gibi yola koyulduk. Yaşasın Maps Me; sayesinde çabucak hedefe vardık. Nader’ in ailesi ile çabucak kaynaştık. Annesi çok konuşkan, çok sevimli bir kadın.  Babası ise çok konuşmasa bile çok güleç ve gözlerinden muziplik pırıltıları akan bir adam. Zaten seyrettiği Türk filmlerinden Kemal Sunal’ a bayılıyormuş.  Annesi geleceğiz diye zahmete girip bir sürü yemekler yapmış. Yemek öncesi kuru yemişler, meyveler ve şerbet ikram etti bize. Her ne kadar Sehend ay çekirdeklerini çalıp bizden saklasa da bunlardan epeyce atıştırdık. İran’da yemek yerde oturularak yeniyor. Bu evlerde masa olmamasından kaynaklanmıyor, alışkanlıklar gelenekler böyle. Anadolu' da  (hatta belgesellerden gördüğüm kadarıyla Asya’ nın bir çok yerinde) yerde yemek yenir ama genellikle yere serilen bir örtü ve üzerinde yerden yukarıda bir sini yada tepsi olur. Ben çocukken böyle yemek yediğimi bilirim.  Burada öyle değil. Pazarda yada dükkanlarda satılan rulo şeklinde incecik bir naylon örtüleri var. Ondan bir parçayı koparıp açıp yere seriyorlar, üzerlerine de yemekler konuluyor. Toplarken de, dört bir tarafından toplanıp bohça şeklinde yallah çöp, aslında oldukça pratik. Tabii yere oturmakta zorlananlarımız hariç. Yemekte ise daha önce içmediğim tat ve tarifte nefis bir çorba, ardından salçalı fırınlanmış tavuk butları, adını hatırlayamadığım salatalar ve elbette pilav. Ancak burada Alp ve benim en büyük favorimiz Pilav tenceresinin dibine döşenmiş ve pilavla birlikte pişip kızardığı anlatılan yufka parçaları oldu. Kıtır kıtır olan bu lezzet hakikaten çok değişikti. İtiraf etmeliyim burada yediğimiz yemekler İran’da yediğimiz yemeklerin en güzeliydi. Yemek sonrası çaylar derken kalkma saatimiz geldi ve otele döndük.

   Sabah aynı lezzetsiz kahvaltıyı yapsak da artık akıllandığımız için yakındaki marketten alış veriş yaparak arabamıza zulalıyoruz. Çok geçmeden arkadaşlarımız geliyor ve beraberce yola çıkıyoruz. Hava yol için mükemmel, ne sıcak ne soğuk, bulutlar var ama yağmıyor. Hedefimiz Astara ancak Semane’ nin bize önerdiği bir yer var. Önce oraya uğrayacağız. Tebriz çıkışındaki manyak sürücüler yavaş yavaş azalıyor, müthiş dağ manzaraları eşliğinde yol alıyoruz. Yaklaşık olarak 3 saat yol aldıktan sonra bir köy yoluna sapıyoruz. Daracık toprak sokaklarda, gerek arabamızdan İran'da hiç olmaması gerekse Türkiye plakası taşımasından ötürü bize garip garip bakan insanlar derken köy bitiyor ve bayağı yüksek bir tepeye tırmanıyoruz. Burası Shahar Yeri.



   Shahar Yeri / Şehir Yeri olarak bilinen bu yer 65 km. ilerdeki Erdebil ilinin en geniş tarihi bölgesiymiş. Yaklaşık 400 hektar alanındaki bu bölgede Qosha adında bir tepe ve üzerindeki tapınakla benim görmediğim bir kale ile yakınlarında birde mağara varmış.  Bu tepe M.Ö. 7000 yılına tarihleniyormuş. Burası İran' ın kuzey batısındaki en önemli ulusal anıtlarından birisiymiş.  Bazı incelemeler burasının astronomik sebeplerle inşa edildiğini ortaya koymuş.  Burada bizim gördüğümüz insan figürlü 300 civarında taş vardı. Gerçekten çok ilginçti. Buraya giden Türklerin sayısını bilmem ama milyonlarca İran' lıların bile burayı bildiğini sanmıyorum. Yanımızda Semane ve onun rehberliği olmasa biz asla burayı bulamaz ve gidemezdik.

   Tur sonrası arabamızın arkasına piknik masamızı açıp, sandviçlerimizi hazırlayıp öğle yemeğini ifa ettik. Tekrar yola çıktığımızda hava biraz daha kapatmıştı.  Erdebili geçtikten sonra Astara’ ya yaklaşırken birden o görkemli ama üzerinde hiçbir şey olmayan bomboş dağlar bitti ve Karadeniz dağlarını kıskandıran müthiş bir manzara başladı. Yemyeşil  yamaçlar, sisli dağlar, virajlı yollar inanın çok güzeldi. Tüm İran’da buradan daha yeşil bir alan görmedik. Yol kenarında manzaranın tadını çıkartmak için biraz duruyor ve resim çekip yola devam ediyoruz zira hava kararmaya yüz tutuyor. Virajlı yol yukarıdan aşağıya inerken yolun solunda tel örgüler görüyoruz. Sonradan kilometrelerce uzanan bu tel örgülerin Azerbaycan’ la olan sınır olduğunu öğreniyoruz. Manyak sürücüler elbette bu yolda da varlar ve bu kez otobüs de sürüyorlar. Nihayet Astara’ ya varıyoruz. Şehir girişinden itibaren onlarca kişi ellerinde kiralık villa yazan yazılarla arabaların önüne atlıyor. Yolun bir kenarı kilometrelerce uzanan pirinç tarlalarından oluşuyor diğer yanda ise evlerden dolayı göremediğimiz Hazar denizi / gölü olmalı.
   Yol kenarında duruyoruz, arkadaşlarımız internet üzerinden ev kiralamaya çalışıyorlar. Bir süre sonra buluyorlar ama başka bir şehirde. Oraya sürüyoruz, karanlıkta uzun bir süre aradıktan sonra nihayet tuttuğumuz villaya ulaşabildik. Ev kocaman bir bahçe içinde, yanımızdaki binada da ev sahipleri oturuyor, bahçede kivi ağaçları var. Burası; kocaman bir salonu, amerikan mutfağı, birisi büyük iki tane yatak odası, garip bir banyosu (sadece içinde duşu olan bir tarafı soyunma alanlı ama kapı yerine perdesi olan) ve evin dışında kapısı kapanmayan manzarası karşı ev olan bir tuvaleti olan bir villa. Burayı tutarken içinde Frengi denilen klozet olduğu söylenmişti, yalan oldu… Ama ev sahipleri açılır kapanır ayaklı bir hasta /kamp klozeti getirerek sözlerinin doğruluğunu ispatladılar. Bu ev apart olarak kiralanmıştı ama gerek mutfak dolapları gerekse evin içindeki tüm dolaplar kilitliydi. Gecenin o saati artık dışarıda açık bir yer bulamayacağımızdan ev sahiplerinden tencere istedik, arabamızdaki makarnaları bulduk ve pişirdik. Makarnalar da nedendir bilmem gayet hamur oldular ama çaresizlikten yemek zorunda kaldık. Yatak sayısı yeterli olmadığı, dolaplar da kapalı olduğu için büyük yatak odasını Nader’ lere verip, küçük yatak odasını Alp’ e verip bizde salondaki kanepelere uyku tulumlarımızı sererek yatmayı tercih ettik. Burada villa kiralamak bizim açımızdan gereksiz bir yorgunluk ve masraf  oldu, bu fiyata otelde çok daha rahat bir gece geçirirdik.  Sanmıyorum ama olurda giderseniz siz benzer bir hataya düşmezsiniz diye umuyorum.

   Sabah bakkal bulup, bir şeyler satın alıp iyi kötü kahvaltı yaptık ve yola çıktık. Şansımıza hava buz gibi esiyor ve yağmur çiseliyor. Yola çıkarken gördüğümüz ilk boşluktan Hazar kıyısına indik. Kolay değil kilometrelerce öteden gelmişiz, Hazar’ a dokunmamak olmazdı. Maalesef Hazar’ ın hırçınlığı üzerinde olduğundan, içine girip yüzemedik ama biraz kumlara dokunduk, resim çektik, anı diye iki tane kabuk aldık ve tekrar yola çıktık.

   Tabi ki hayaller başka oluyor, gerçekler daha başka. Biz bu yola çıkarken Hazar kıyısında yerleşim olduğunuz biliyorduk ama  daha çok Edremit İzmir arası gibi ara ara yerleşimler olan doğal güzelliklerin ön planda olduğu nispeten boş bir sahil yolu hayal etmiştik. Halbuki burada neredeyse evlerden deniz görünmüyor, yerleşim yerleri birbirine yapışmış hangisi nerede başlıyor, nerede bitiyor belli değil. Yağmur yağıyor, hız tümsekleri her yerde, manyak sürücüler deseniz hiç eksik olmuyorlar ki, her zaman her yerdeler. Burada yaşayanların yada gezmeye gelenlerin gerek kıyafetleri, süsleri, gerekse genel tavırları Tabriz’den daha farklı (modern) olmaya başlasa bile trafikte hepsi aynı.


   Önce Bandar-e Anzali diye bir yere geliyoruz. Burası bu bölgedeki en önemli liman. Burada çok güzel bir göl daha doğrusu bir lagün olduğunu biliyoruz ama şansımıza yağmur yağıyor. Arkadaşlarımız istersek tekne gezintisi yapalım diyorlar. Hoş olabilir diye bir an düşünmedim değil ancak tekneleri ve suyun üzerinde nasıl gittiklerini görünce derhal vazgeçiyorum. Burada biraz zaman geçirip, öğle yemeği için pizza seçimi yapıp tekrar yola koyulduk. Hedef Calus.  Bugünkü yolumuz toplasanız 370 km. ama sürüş süresi yaklaşık 9 saat… 



   Trafik ve insanlar anlatılamaz…. Calus’ da Nader’ lerin arkadaşlarına uğrayıp görüşeceğimizi biliyoruz. Yağmur altında, hava karardıktan sonra oraya ulaştık. Bizimkilerin arkadaşları Maryam ve Murteza.  Maryam bir AVM de çalışıyormuş, Murteza ise IT uzmanıymış. Çok genç bir çift. Biz oraya gittiğimizde sadece Murteza evdeydi, bizi evlerine davet etti ve ortadan kayboldu.  Birazdan Semane, gayet rahat duşunu yaparak banyodan çıktı ve geceyi orada geçireceğimizi söyledi. Doğrusu ilk kez gittiğimiz bir yerde bırakın kalmayı ev sahipleri yokken duş almak bile bize yeterince fazlaydı. Biz yakın bir otele gitmek istediğimizi onlar istiyorlarsa orada kalabileceklerini söyledik arkadaşlarımıza, onlar da tamam falan dediler. Düşünün bu konuşmalar olurken ev sahipleri de ortalıkta yok üstelik. Derken Maryam işten eve geldi, hoş geldin faslından sonra ikram faslı başladı, bu arada Murteza’da alışverişten döndü ve yemek hazırlığına girişildi. Burada da yine yer örtüsü serildi ve oturarak yedik yemeğimizi. İran’ daki sabun benzeri peynirlerden farklı olarak ilk ve son kez burada taze kaşar ya da cheddar benzeri bir peynir yiyebildik. Yemek sonrasında biz ısrarla otel konusunu açsak da atlatıldık ve geceyi orada geçirmek zorunda kaldık. Yanlış anlaşılmasın evde kalmaya değil itirazımız. Hiç tanımadığımız iki insanın evine, arkadaşlarının arkadaşları olarak gidip, yatmak, akşam yemeği, sabah kahvaltısı yapıp sonra  da çekip gitmek bize ters gelen. Yoksa ev sahiplerimiz cıvıl cıvıl iki tatlı genç insan.  Sabah erkenden Murteza işe gitti, Maryam ise sanırım bize kahvaltı hazırlamak için evde kaldı. Semane önce Hazar kıyısına yürüyüşe kahvaltı arkasından da alışverişe gitti. Nader, Sehend ve Alp de hazar kıyısına indiler bizde dinlenip enerji kazanmaya çalıştık, bu arada adını hiç bilmediğimiz bir tv kanalında, hiç duymadığımız Türkçe pop müzik parçaları yayınını seyrettik.

   Nihayet tekrar toplandık, Murteza geldi teşekkürlerimizi ettik, anahtarları teslim ettik ve yola çıkabildik.  Hedefimiz 900 km. ötedeki Meşhed ama beceremezsek yolda konaklayacağız. Sari diye bir şehre geldiğimizde Semane,  Damghan’ a giden bir dağ yoluna saptı. Yağmur, daracık bir dağ yolu, büyük araçlardan sıçrayan çamurlu sular, manyak sürücüler ve bol viraj derken aniden bastıran sis yolculuğu expedition havasına soktu. Artık gece oldu, neden bu yola girdiğimize dair hiçbir fikrimiz yok, sadece gidebildiğimiz kadar gidiyoruz. Dağ başında bulduğumuz bir lokantada günün ilk yemeğini akşam yemeğimizi yedik (Bu kez yağda kızarmış tavuk ve pilav) ve tekrar yola koyulduk. Yolda oldukça yorulan diğer arabadaki Semane’ nin yerine Alp’ i öbür araca sürücü olarak transfer ediyoruz. Amacımız biran önce Damghan’ a varmak. Ancak oraya vardığımızda kalacak otel sorduğumuz birkaç yerden olumsuz cevap alınca bir sonraki şehre Shahroud’ a gitme kararı alındı.  Yolda bir ara Alp gaza gelip 500 km ötedeki Meşhed’ e sürmeyi önerse de bu teklif kabul görmedi ve Shahroud’ da bir otel bulmayı başardık. Bugün gidebildiğimiz yol yaklaşık 450 km ama yaklaşık 10 saattir araba üzerindeyiz.  Otelin fiyatı iyi (iki kişilik oda 20.-usd cıvarında) üstelik odalar da çok güzel. Odaya nasıl çıktığımızı ve nasıl uyuduğumu anımsamıyorum bile.

   Güzel bir uyku sonrası, aldığımız duş bizi kendimize getiriyor. Kahvaltıda yan masadaki bir grup motosiklet sürücüsü ile Türkçe sohbet ediyoruz. Bizim de motosiklet kullanmış olmamıza ve İran’  a motosikletle gelmiş olma hikayemizi çok seviyorlar ancak esas konu İran’  daki  motosiklet fiyatları.

   Tekrar yola koyuluyoruz. Günler sonra artık hava açıyor. Yol kenarında hiç alışık olmadığımız tabelalar  “Dikkat Pars Çıkabilir”.  Evet yanlış okumuyorsunuz, burası İran Parsı koruma alanı, yolumuz da geçiş bölgesi içinde. Çişi gelen olursa dışarı çıkmasın diye şakalaşıyoruz. Aslında çok da hoşumuza gitti. Anadolu' daki varlıkları yok yere imha edilen bu hayvanların burada yaşıyor olmaları çok güzel.


   Az daha gittiğimizde bu kez  “Dikkat Deve Çıkabilir”  tabelaları. Gerçekten de bir süre sonra yabani bir deve grubuna rastlıyoruz. Bir kısım insanlar araçlarından inmiş uzaktan resim alırken, bir kısmı develerin yanına kadar gitmiş onlara yiyecek ikram ediyor  bile. Bizde önce uzakta dursak da sonra çöle girip develere yaklaşıyoruz. Bu arada bazı İranlıların arabalarındaki yiyecekleri değil çöpleri çöle ve develere döktüğünü görüyoruz. Herhalde iyi bir şey yaptıklarını düşünüyorlardır. Ne diyebiliriz ki… memleket onların.

   Yol üzerinde Sebzevar  isimli bir şehre giriyoruz. Şehrin içinde açık bir yer bulamadığımız için tekrar ana yola dönüyor ve oradaki mola yerinde yine kebap yiyoruz. Fazla oyalanmadan yine yoldayız. Bu kez hedefimiz Nişabur. Hava iyice ısınınca yolda klimayı açmaya kalkıyoruz ama bu sefer de klimamız çalışmıyor. Sanırım bu sefer lanetlenmiş…

   Nişabur bizim için önemli çünkü burada Omar Khayyam / Ömer Hayyam’  ın türbesi var. Biz genel olarak kendisini Rubailerinden tanısak da aslında Ömer Hayyam ;  Matematikçi, Astronom ve Felsefeci kimliği ile İran’  ın yetiştirdiği önemli insanlardan birisidir.  Matematikteki  Binom açılımını ilk kullanan ve bilinmeyenler için kullanılan X işaretini yaratan kişidir. Aynı zamanda Miladi ve Hicri takvimlerden daha hassas olduğu iddia edilen Celali Takvimini yaratmıştır. O zamanki İran’ la bugünkü İran arasında milyonlarca fark olduğundan felsefeyi günah saymayan bir toplumda özgürce, sınırsızca;  Dünya, Varoluş, Allah ve İnsan hakkında fikirler üretmiştir. Tarihte savaş karşıtı ilk eylemci olarak da anılmaktadır. Biz de bu güzel insanın türbesini ziyaret etmeden geçmeyelim diyoruz.


   Türbe Nişabur’un nispeten dışında, ulaşımı kolay, yemyeşil bir parkın içinde. Bizim gördüğümüz türbe son yıllarda yenilenmiş ve klasik türbe formunda değil. Bu yeni hali açıkçası güzel ve etkileyici ama biz sanki rubaileri yüzünden farklı bir yer hayal etmişiz de onun şaşkınlığını yaşıyor gibiydik. Ama mezar taşı olan blok taşın üzerinde oynayan çocuklar ve dört tarafı açık bir alan, o blok üzerine düşen güneş ışığıyla, üzerinde görünen gökyüzü ile belki de bir astronom için olması gerektiği gibiydi…. Başında rubailerinden birer dörtlük okuyarak tekrar Meşhed yoluna döndük. 

    Ne kadar çabalarsak çabalayalım gene hava karardıktan sonra Meşhed’ e varabildik. Meşhed çok büyük bir şehir. Nüfus olarak Tahran’ dan sonra geliyor, dini açıdan ise kimilerine göre Q’um/Kum ‘dan sonra ikinci, kimilerine göre en önemli birinci kenti. Buranın trafiğinde de manyak demekten yoruldum ama manyak ötesi sürücüler var. Onların arasından sıyrılıp Nader’ lerin evine ulaşmak mucize gibiydi. Akşam yemeği için meşhur Meşhed kavunu, ekmek, peynir en pratik çözüm oluyor. Nader yemek sonrası birkaç yer arayıp, aracımızın plaka sorununu çözmeye çalışıyor. Ertesi günün programını yapıp, salonda yer yataklarını serip ertesi günü düşünerek uyuyoruz.

   Sabah kahvaltısı ardından, aldığımız istihbarat gereği polis merkezine doğru yola çıkıyoruz.  Girişte cep telefonlarımızı güvenlik nedeniyle alıyorlar. İçerde geçici plaka ile ilgili bölüme gidiyoruz, burada bir sürü üç ve dört yıldızlı polis var. Ama çoğu cep telefonları ile mesajlaşıyor. Bizim işimizi yapacak olan üç yıldızlı polis yüzümüze bile bakmadan önce gümrüğe gidin oradan yazı getirin diyor. Oradan çıkıp Meşhed gümrüğünü buluyoruz. Bankodaki görevli bekleyin diyor ama bu arada kendisi başka bir iş de yapmıyor. Sonra birisi geliyor onun işini yapıyor sıra bize geliyor ve bu kez dilekçe yazın diyor. Dilekçe yazılıyor, iki ayrı yerde dilekçe onaylatılıyor, tekrar aynı adama gittiğimizde “müdürüm onay versin, ondan sonra yaparım” diyor. Müdür yerinde yok, tekrar bekliyoruz, sonunda geliyor, derdimizi anlatıyoruz, lütfedip imzalıyor. Görevliye tekrar geri gidiyoruz, adam bize güvenmiyor herhalde gidip müdürüne soruyor, sonra evrağı dolduruyor tekrar müdürüne götürüp imzalatıyor ve evrağı mühürlü bir zarfa koyup bizi polis merkezine gönderiyor. Bu arada saat 14.00 olduğundan polis merkezi işlem yapamayacak, iş yarına kalıyor. Çıkıp kös kös eve gidiyoruz. Öğleden sonramız boş, bari İmam Rıza’ nın türbesini ziyaret edelim diyoruz.
 
   İmam Rıza; Ali Er-Rıza olarak da biliniyormuş, gerçek adı Rıza Bin Musa Bin Cafer olup 12 imamların sekizincisi olarak kabul edildiği için kısaca İmam Rıza ismiyle anılıyormuş ( sekizinci imam ve dolayısıyla da Hz.Muhammed’ in torunlarındandır). 765 yılında Medine’de doğmuş ancak babası yedinci imam Musa El-Kazım’ın 799 yılında öldürülmesiyle 35 yaşında sekizinci imam olmuş. 817 yılında ise yediği üzümden zehirlenerek ölmüş. Şii’ ler yada Şia’ lar için en önemli hac merkezlerinden birisi Meşhed’ deki bu türbe. Aynı zamanda bir yas alanı olan bu türbeyi görenlere Meşhedi (türbeyi görmüş ziyaret etmiş anlamında) deniyormuş. Bizde bu vesile ile Meşhedi olmuş olduk.
 

   Tüm Meşhed kenti, bu türbenin etrafına kurulup, genişlemiş. Türbenin etrafında 320 mt. den daha yakın herhangi bir bina yasalarla yasaklanmış. İçinde İmam Rıza’ nın kabri, kütüphanesi ve ibadet alanlarıyla bu devasa yapıyı yılda 20 milyonun üzerinde kişi ziyaret ediyormuş. Bizim gittiğimiz zaman Muharrem ayına denk geldiği için burası özellikle kalabalıktı. İçeride binaları gezenlerde vardı, namaz kılanlarda, çocuklarda vardı, yetişkinlerde. Her yer gerçekten çok temiz, yapılar ise çok görkemliydi. Akşam namazı sonrası İmam Rıza’nın kabrinin etrafındaki koruma bantı kaldırıldı ve insanlar kabire el sürebilmek için birbirini ezmeye başladı. Biz yaşanan izdihamda ezilmemek için 5 metreden daha fazla yaklaşamadık bile, kendimizi o insan selinden zor kurtardık.
        Sonrasında çıktık ve eve yöneldik. Buraya gelirken otobüsü kullanmıştık. Otobüslerde kadınlar ve erkekler ayrı yerlerden otobüse biniyor. Herkes birbirini görüyor arada perde falan yok ama bir boru parçası ile iki taraf ayrılmış, birbirlerinin tarafına geçmiyor. Dönüşte ise taksiyi tercih ediyoruz.                          
   İran’ da bizde bir zamanlar olan Uber gibi bir telefon uygulaması var. Bunun ismi Snapp. Taksilerden kazık yemek istemiyorsanız Snapp üzerinden bir taksi çağırabiliyorsunuz. Açıp gideceğiniz yeri seçiyorsunuz, uygulama zaten ödeyeceğiniz tutarı da hesaplıyor. Size yakın bir taksi sürücüsünü işaretlediğinizde araç sürücüsü sizi arayıp teyit ediyor ve hemen geliyor. Bizde dönüşte bu sistemi uyguladık, bizim yerimize manyak sürücülerle taksicimiz uğraştı. Akşam gene evde oyalandık, Sehend ile vakit geçirmek dışarda olmaktan daha iyi.

   Ertesi sabah kahvaltısı ardından, yine polis merkezine doğru yola çıkıyoruz. Aynı komiser gümrükten aldığımız mühürlü evrağa ellerini sürmeden zarfı siz açın diyor, sonra da bilgisayar ekranına uzun dakikalar boyunca bakarak bir evrak doldurdu. Yarım saatte doldurduğu evrağın tamamı yarım sayfadan az. Sonra bizi maliyeye para yatırmaya ve sigorta yaptırmaya gönderdi. Bu arada bizim bu komiser yumurta topuk ayakkabı giyiyor ve ayakkabıların topuklarına basarak yürüyor. Oradan çıktık, önce sigortacıyı bulduk, hazırlaması bir saat sürermiş diye oyalanmadan Maliye’ ye gittik, hatta görevli memuru bile bulduk. Adam evrağı dakikalarca inceledikten sonra bize 3 satırlık bir ödeme makbuzu çıkarttı ama ödeme için bankaya gitmek gerekiyormuş… Oradan çıktık bankayı bulduk, ödemeleri yaptık, tekrar maliyeye döndük. Bu kez yukarıya Nader’ le birlikte Alp çıktı. Bizim memur yokmuş yerine bakan bir başka memur evrakları dakikalarca inceledikten sonra olmaz demiş. Epeyce hırlaştıktan sonra neyse evrağı imzalamış. Koşa koşa sigortacıya dönüyoruz. Bu kez orada kafayı yiyeceğiz çünkü adam bizden sigorta bedeli olarak 150.-USD ye yakın bir para istiyor. Ulan i.ne baştan söylesene o kadar uğraşmayız. Moral sıfır geri dönelim diyoruz. Eve döndüğümüzde Semane imdada yetişiyor, arabasının sigortacısını arıyor. Adamın verdiği fiyat yaklaşık 45.- USD… Hemen yaptıralım diyoruz ama adam bize 16.00 dan sonrasına randevu veriyor. Bu arada Semane bizimle dalga geçiyor “takıldınız Nader’ in peşine, halbuki benle gitseydiniz her şeyi 5 dakikada hallederdim” diyor.

   Neyse saatinde gidip işlemi yaptırıyoruz. Evrakta hazırlarken bir hata yapıyor ama düzeltip yenisini aynı evrağın iki kere basılamaması gibi bir nedenle basamıyor. Ertesi gün gelin düzeltelim diyor. Burada da sigortacımız bize İran’ ın her yerinde olduğu gibi “Konuğumuz Olun” yani para istemez gibi bir cümle kuruyor ama elbetteki parayı alıyor. Bu sözler İran’ da her alışverişte nezaketen söylenen bir şey. Belki başlangıçta sizi gülümsetebilir ama bu kadar olaydan sonra ve ağızları başka, gözleri başka konuşan bu insanlara “ne konuğu ulan riyakar adamlar” diyesimiz geliyor. İkram edilen şey bir çay yada kahve hadi bilemedin bir yemek değil ki… 45.-USD lik bir alışverişten bahsediyoruz… Oradan çıkıp bu kez Meşhed dışına Firdevsi ’ nin mezarına gidiyoruz.
 
   Firdevsi;  kimilerine göre Farsçayı Farsça yapmayı başaran Şehname / Şahname’ yi yazan bir şair, kimilerine göre’ de Türk düşmanı bir İranlı.

   Ekşi Sözlüğe göre; Eski Persler özgün değerlerine çok düşkün olduğundan özellikle İslam’dan sonra kültürümüzü kaybediyoruz telaşına düşmüşler.  Firdevsi de kendini eski perslerden kabul edip, otuz sene boyunca, oradan buradan tüm İran destanlarını toplamış ve meşhur Şehname’ sini yaratmış. Hatta önsözüne “Gerçi otuz yıl uğraştım ama sonunda Farsça dilinden İran milletini yarattım” diye yazarak böbürlenmiş.  Yorum sizin…  Ancak gerçek olan şu ki yaptığı çalışmalarla Farsça’ nın kaybolmasını engellemiş. Bence en güzel sözü de  “akıllı bir adam, senin can düşmanın olsa bile, cahil dostundan iyidir”…

    Akşam Semane’ nin ağabeyi ve yengesi bizi ziyarete geliyor. Çok tatlı insanlar. Konuştuğumuz konulardan biri İran araba sürücüleri ama onlar çok rahat olanları çok yadırgamıyorlar. Yılda trafik kazalarında ölen 10.000 kişi olması çok önemli değil gibi. Akşam anlatılan en eğlenceli anı ise, İran'da Trafik magandalarına verilen ceza. Trafik cezası olarak; ceza alan kişileri yol kenarına boyunlarına "Ben bir Trafik Canavarıyım" yazan pankartlarla dizmeleri. Gelen geçenin gülüp dalga geçtiği bu insanlar gün boyu yol kenarında durup cezalarını çekmişler. Bizimse burada bir gecemiz daha geçti ve hala plaka işinin nereye varacağı belli değil. “Eğer 10 günden fazla kendi plakanızla İran’da kalırsanız dönüşte arabanıza el konulur” diye uyarılar almamış olsak, bunla uğraşmayacağız..

   Huzursuz bir gece, sabah kahvaltı yapmadan Nader’ le polis merkezine yola çıkıyoruz. Hilal’ le Alp eşyaları toparlayacak, eğer plaka bugün de olmazsa kesinlikle hem de hiç durmadan Türkiye’ ye döneceğiz. Polis merkezinde gene aynı komiser, evraklarımızı alıyor epeyce inceledikten sonra bir şeyler yazıyor, sonra arabayı içeri alın diyor. Arabayı bahçeye sokarken polisler güzelce arıyor, sonra bu komiser yanında bir başka komiserle gelip arabayı didik didik arıyor, motor ve şasi numaralarını kontrol edip bize yukarı gelin dedi. Yukarı çıktığımızda elimize bir evrak ve “Türkiye’ye giderken polis merkezine teslim edin” diyerek bir çift plaka tutuşturuyor. Nasıl yani, gerçekten bitti mi oluyorum açıkçası o kadar gerilimden sonra sevinemiyorum bile.                                                                
   Sigortacıya geri dönüyoruz evrağı orada düzeltemiyor, merkezi arıyor, gelin burada yapalım diyorlar. Giderken önce bu plakaları monte ettirelim diye tutturuyor, bir yerlere girip çıkıp plakları monte ettiriyoruz. Sigortacımız yolda benim sürüşümü beğenmiyor, “siz yolları bilmiyorsunuz bunu bırakalım benim arabayla gidelim” diyor. Onun arabasını aldığımızda neden benim sürüşümü beğenmediği ortaya çıkıyor. Adam hani o sürekli bahsettiğim manyak sürücülerden… Nader’ le ben arabanın içinde top gibi yuvarlanıyoruz, adam sürekli gaz, debriyaj, fren nasıl gidiyor anlatamam. Sonunda sigorta merkezine varıyoruz, bizi oraya çağıran adam evrağı alıp (evrak topu topu 10 satır) 20 dk falan inceledikten sonra bir şey olmaz hadi güle güle dedi… Ulan madem bir şey yapmayacaksın niye çağırıyorsun.####@@@### aynı çılgın dönüşle önce arabamızın yanına (yaklaşık 2 saatimiz böyle heba olduktan) sonra eve dönüyoruz.
    
   Eve vardığımızda, Semane’ nin Ailesinin köylerinde bizi bekledikleri bilgisini alıyoruz. Gece o köyde kalacağız.  Burası Meşhed’ e yaklaşık 50 km. mesafede bir yer. Semane’ nin babasını ve annesini daha önceden İstanbul’ da tanıdığımız için rahatız gece de orada kalır ve oradan Yazd’ a doğru devam ederiz diye eşyalarımızı da arabaya yüklüyoruz. Malum İran trafiğinde yaklaşık 1 saatlik yolculukla köye varıyoruz. Burası tipik eski Anadolu kasabaları gibi, kerpiç evler ve duvarlardan, sokaklarında koyun, keçi ve tavukların olduğu bir yer. Görüntü çok otantik ancak şaka gibi tüm evlerde doğalgaz var…  Gittiğimiz evde alt katında koyun ve kuzuların olduğu, üst katında yaşam alanı olan tipik bir köy evi.   
     
   Semane’ nin babasının ismi Ekber ancak kendisine Ağa Can diye hitap ediliyor. Bir saygı ifadesi olan Ağa kelimesi ailelerde daha çok babalar için kullanılıyor. Çok sıcak karşılanıyoruz burada, biraz dinlendikten sonra piknik için biraz ilerideki başka bir yere gideceğimizi söylüyorlar. Burası Ağa Can’ ın bağı yani bahçesi. Burada İnşaatı devam eden bir ev ve kocaman bir sulama havuzu var.  Ağa Can bize orada neler yaptığını gururla anlatıyor. O sulama havuzunda balık yetiştiriyor, hemen alttaki bahçesinde mürdüm erikleri biraz ilerisindeki bahçesinde ise o bölgede bugüne dek yetiştirilmemiş olan Fıstık ağaçlarını nasıl emekle büyüttüğünü, önümüzdeki yıllarda ürün alacağını anlatıyor. Ayrıca Koyun yetiştiriyor ve satarak bu işlerden kazandıkları ile Meşhed’ de iki adet bina yaptırdığını öğreniyoruz. Bu arada tüm çocuklarını kız erkek demeden okutmuş, kimisi mimar, kimisi eğitmen, kimisi doktor… Adam o gururu duymakta bence sonuna kadar haklı. Karısı ise düşünün büyük şehirden o köye gelin gelmiş, yıllarca eşi ile omuz omuza o zorluklara göğüs germiş çok iyi bir insan. Her ikisi de Türkçe yada başka bir dil bilmiyor, Nader’ in yada kızların yardımıyla anlaşıyoruz. Bu arada ele avuca sığmayan Sehend bile kimin alfa lider olduğunun bilincinde Ağa Can ne derse sadece onu yapıyor.
 
   Piknik alanı resmen inşaat alanı, havuzla evin arasındaki alana arabalardaki o meşhur örtüler çıkartılıp seriliyor. Nader ve ben mangal ateşini yakıyoruz, hanımlar yer örtüsü üzerini donatıyorlar. Başlangıçta inşaat pisliğinin içinde oturmak bize garip gelse de bir süre sonra, sohbet ve samimiyet öyle bir hal alıyor ki nerede olduğumuzun değil kimlerle olduğumuzun önemi ortaya çıkıyor.  Bu arada ailenin kızlarından Sara ve eşi de bize katılınca sohbet daha da derinleşiyor, bazen Türkçe bazen İngilizce konuşup anlaştık. Daha sonra alt bahçelere inip erik ve taze ceviz koparttık.  Ağa can bize kocaman bir sepet dolusu eriği de hediye etti. Her ne kadar Alp gece burada kalıp, yıldızların altında ateş yakalım ve çadırda yatalım dese de birden soğuyan hava hevesimizi kursağımızda bıraktı. Hızlıca toplanıp ilk gittiğimiz eve döndük, burada piknikten kalan yemeklerimizi atıştırıp sohbeti tamamladık. Bu kez kalabalığız, yer yataklarını serip 6 kişi aynı odada uyuduk (horultu seviyemizi bilemiyeceğim).
 
   Sabah 06.30 da herkes uyurken yola çıktık. Gene Meşhed’ den geçerek Yazd / Yezd yoluna koyulduk. Hedefimiz bugün 950 km. yol yapmak. Sabah serinliğinde yol yapmamıza rağmen, hem Meşhed’ den çıkış trafiği hem de yol tümsekleri yüzünden çok da yol alamadık. Saat 09,00 a doğru yol kenarında bir dere yatağına indik ve sabah kahvaltımızı yaptık. Git git yol bitmiyor, gerçekten çok farklı bir coğrafya burası. Dağlar inanılmaz, yol kalitesi de oldukça iyi. Bulduğumuz her yerden mazot almaya çalışsak da çok başarılı olamıyor çoğunlukla elimiz boş dönüyoruz. Allahtan yedeğimiz var. Bazen Fıstık tarlaları kilometrelerce gidiyor bazen de çöller. Artık gerçekten çöldeyiz. Trafik şehirlere nispeten yok seviyesinde. Saatler ve kilometreler birbirini kovalıyor.  Derken Yazd’ a doğru bizim bildiğimiz anlamda çöl kumullarına rastlıyoruz, birkaç resim ve tekrar yol. Bu arada hava cidden ısınıyor, klimamız çalışmıyor, camları açsak hızlanınca çok ses yapıyor, arabanın içinde fırtınalar oluşuyor, bayağı bir eziyet başladı diyebilirim.  Akşam hava karardığında açlığımız tavan yaparken Yazd’ a ulaşıyoruz. Girişte kötü bir tesiste akşam için bir şeyler yiyor ve Yazd’ a dalıyoruz. Daha önce kaldığımız Silk Road oteli arıyoruz. Maps Me bizi bir sokağa sokuyor ki, girdiğimize gireceğimize pişman oluyoruz.

     Arabamızın zorlukla geçtiği bir sürü sokaktan sonra zurnanın zırt dediği yere geliyoruz. Arkamızda bir sürü araba ve sabırsız sürücüsü varken, 90 derecelik daracık bir sokak köşesini 30 – 35 manevra ile alabiliyoruz, sonrada bulduğumuz ilk park edilecek alanda duruyoruz. Alp yürüyerek oteli bulmaya gidiyor. 20 dakika kadar sonra yanında biriyle geliyor. Oteli bulmuş, hemen 2 sokak ilerimizde ancak otelde yer yokmuş, bizi 100 mt ilerisindeki kardeş otellerine yönlendirmişler. Gelen adamın yönlendirmesiyle bu labirent gibi sokaklardan kurtuluyor ana cadde üzerinden çok kolay bir şekilde arabamızı Silk Road otelin önündeki otoparka çekiyoruz. Otelin ismi Ali Baba… içi maalesef ismi kadar hoş değil hatta kötü ama o saatte başka yer arayacak halimiz de yok. Odamız 3 yataklı havasız bir oda olsa da o kadar yoldan sonra rahatsız bir uykuya teslim olduk.
 
    Sabah uyandığımızda kahvaltının burada değil Silk Road otelde olduğunu öğrendik ve oraya geçtik.

Kahvaltı esnasında yan masamızda oturan genç kızla annesinin de Türk olduğunu görüp, sohbet ediyoruz. Sohbet konusu elbette İran ve karşılıklı çekilen sıkıntılar. Bizimkileri artık biliyorsunuz, kısaca onlarınkini anlatayım. Ankara’ lı olan bu ailenin babalarının İran’ lı olduğunu ve çok uzun seneler önce ülkesini terk etmiş olduğunu ve bir daha hiç dönmediğini öğreniyoruz. Genç kızın biraz babasının ülkesini merak etmesi biraz da gazeteci olan annenin Zerdüşt dini üzerine bir belgesel yazı hazırlamak istemesiyle İran’ a gelmişler. Kızımız Tahran’ a uçakla gelir gelmez İran polisince pasaportuna el konulmuş. Gerekçe olarak babasının İran’ lı olduğunu ve kendisinin de çifte vatandaş olması İran pasaportu taşıması gerektiğiymiş. Kızın çifte vatandaşlığı yok, almaya kalksa aylar sürer, pasaportuna el konulmuş. Kızın halini düşünebiliyormusunuz? Neyse bizim konsolosluk devreye girmiş, İran’ lılara nota falan vermişlerde kız pasaportunu öyle geri alabilmiş. Çıkışta ne olur bilmem.

   Bu arada Silk Road’da bir oda boşaldı ve biz oraya geçtik. Sonra da kentin ara sokaklarına daldık. Dalmaya daldık ama sanki fırının açık kapağının karşısındaymışçasına bir sıcak hava var dışarıda. Bir ay öncesi sıcaklık 50 derece civarındaymış zaten.  Yazd bizim son gördüğümüz zamandan bu yana inanılmaz büyümüş ve çok turistik olmuş. Turizm ve Yazd açısından bu durum iyi olsa da çölün bu güzel kenti maalesef bence büyüsünü kaybetmiş…. Bizde daracık Yazd sokaklarına dalıp, gölgelerde kalmaya dikkat ederek iki saate yakın turladık. Sonra otele dönüp otelde öğle yemeği yedik. Yemek açık büfe şeklinde, biz daha çok menüdeki soslu deve etini merak ettiğimizden hepimiz tadına baktık. Yemek sonrası biraz uzandık bu arada Alp' te hasta olma emareleri başladı. O bunu bir gece öncesindeki yattığımız yerdeki klimaya bağlasa da, bence Hazar kıyısında trafikten bunaldıkça yağmura rağmen açtığı araba camı yüzünden oldu  (çünkü hava ciddi soğuktu). Akşam üzeri olduğunda gerek hava gerekse biz daha rahatlamış olarak otelimize Snapp den taksi çağırdık ve Ateşgade’ ye yani Zerdüşt Tapınağına gittik.




  
   Zerdüştlük, 3500 yıl önce ortaya çıkan, dünyanın ilk tek tanrılı dini. İran nüfusunun sadece binde 3’ü Zerdüşt ve İran şeriat kanunları ile sıkı yönetilen bir yer olsa da İran’ da Zerdüştlük’ e karşı ayrı bir saygı var çünkü Zerdüştlük, İran’ ın öz dini olarak görülüyor. Yazd da Zerdüştlük dininin İran’ daki en önemli merkezi.  Zerdüştlük inancının önemli elementlerinden birisi de ateş. Zerdüştlük felsefesinde su, toprak, ateş kutsaldır. Işık, ateş, aydınlık gibi kavramlar Tanrıları Ahura Mazda’nın yansıması olarak görülmüş ve ona bakarak ibadet etmişler. Yanlış anlaşılmasın ateşe tapmıyorlar, sadece ona bakarak ibadet ediyorlar.  Bu yüzden tarih boyunca ateşin hiç sönmeden yandığı ateş tapınakları yani ateşkedahlar inşa etmişlerdir. Bunlardan birisi de bizim şimdi gittiğimiz Yazd’ daki, içindeki ateşin sönmeden İ.Ö. 470 yılından beri yandığına inanılan tapınak. Üç büyük semavi dindeki; Cennet, Cehennem, Melek, Şeytan ve Kıyamet gibi kavramlara sahip olan bu inanış, Nietzche, Voltaire gibi yazarları ciddi olarak etkilemiş. İyi ile kötünün çatışması, Kadın ve Erkek eşitliği, Misafirperverlik, Güleçlik, bu dinin en önemli öğretilerindendir. Dünyamızda yaklaşık olarak 200.000 Zerdüşt olduğu düşünülmekte. En ünlü Zerdüştlerden bizim bildiklerimiz olarak; Quenn’ in solisti Freddie Mercury i, ünlü Flarmoni Orkestra yöneticisi Zubin Mehta’ yı, Hindistan’ lı Tata şirketler grubunun kurucusu Jamshedji Tata’ yı yazabiliriz. 
   Yıllar önce buraya ilk geldiğimizde sabah çok erken bir saatte gelmiştik ve görevli rahip bizi görünce tapınak kapalı olmasına rağmen bizi içeri almış, bizde sindire sindire burayı gezmiştik. Şimdi ise Tapınak girişinde manken gibi poz veren kızlar, selfie çeken insanlar var. Aralarından süzülüp ateş kadehine ulaştık, kendimizce duamızı ettik ya da ortamın havasını özümsedik.  Dışarı çıktığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu. Kucaklarında bebekleri ile Belucistan’ lı bir grup burayı ziyarete gelmişler. Rengarenk giysileri ve sıcacık gülümsemeleri çok hoştu. Beraber resim çektirmek istedik, bizi kırmadılar, ailenin genç kızları kikirdeyerek poz verdiler. Çıkışta ise bizi kaldıkları yere yemeğe davet ettiler.  Dillerini tam olarak anlamasak da çat pat anlaşsak da  inanın bu davet İran’da sürekli rastladığımız “Konuğumuz Olun” gibi sahte değil, çok samimiydi. Israrlarına rağmen, teşekkür ettik ve onlardan ayrıldık. Yine Snapp den taksi çağırdık. İstikametimiz; otelimizin hemen yanındaki üzerinde çok sayıda dükkan olan cadde. Burada Alp’ in gündüz keşfettiği berberi bende deniyorum. Berberimiz sadece tıraş konusunda hünerli değil çok güzel İngilizce konuşarak bize çeşitli bilgiler aktardı. Çıkışta biraz turistik dükkanlara bakıp, acıkınca caddeye yukarıdan bakan teraslı bir lokantada yemek yedik. Motorları bozma korkusu ile basit şeyler sipariş ettik. Yemek sonrası yine otele döndük, kabaca eşyalar toplandı, avluda biraz sohbet ve uyku.



    Sabah kahvaltısı ardından, eşyalarımızı yükledik ve yola koyulduk. İstikametimiz Şhiraz, yol yaklaşık 450 km ama ana yola çıkmadan önce görmeyi istediğimiz bir yer var. Burası;  Farsçası  Dakhmeh, İngilizcesi  Silent Tower, Türkçesi ise Sessizlik Kuleleri.  Burası yada bunun benzeri yerler uzun yıllar boyunca Zerdüştlerin mezarlığıymış. Bilindiği gibi farklı dinlere sahip insanlar, ölülerine de farklı davranıyorlar. Bazılarımız toprağa gömüyor, bazılarımız yakıyor, bazılarımız denize atıyor. Ancak Zerdüştler; Ölünün vücudunun saf olmadığına inandıklarından, ölülerini kutsal bir unsur olarak kabul ettikleri toprağın altına sokmuyorlar, aynı nedenle de yakıp ateşi kirletmiyorlar. Ayrıca yakarlarsa küllerin ve saf olmayan vücut ışığının gökyüzünü yani havayı kirleteceğine inanıyorlar. O nedenle her zaman için köylerden ve şehirlerden uzak yerlerdeki bu defin alanlarına ölülerini akbaba ve diğer yırtıcı kuşların yemeleri için bırakıyorlarmış. Tüm Dakhmeh’ ler aynı yuvarlak formda,  yüksek tepelere yapılmış, her ölü cinsiyetine ve yaşına göre bu dairenin içine yerleştiriliyormuş. Çocuklar en içe, kadınlar daha ortaya, erkekler ise en dışa. Buradan beslenen kuşlar en kolay parçalanan yer gözler olduğu için önce ölünün gözlerine saldırıyormuş. Önce hangi gözün yendiğine bakılarak ölünün günahkar olup olmadığı da belirlenebiliyormuş. En ortada ise bir yaklaşık 3 mt derinlikte bir çukur var. Burası kuşlar tarafından yenildikten sonra vücuttan arta kalan kemiklerin atıldığı bir yer. Bu alan fiziksel anlamda arta kalan parçaların hastalık yaymasını engellemek amacıyla üzerlerine kimyasal bazı maddeler atılarak ortama enfeksiyon yaymasını engellemenin yanı sıra daha ruhsal bir anlam taşımaktaymış.  O da; İster Zengin, ister fakir olun, ister statü sahibi olun, ister halktan herhangi biri ölümden sonra herkesin eşit olduğu bir şekilde bir araya geleceğinizdir. Ölüleri bu kulelere çıkartan ve diğer işlemleri yapan kısaca mezarcı yada cenazeci olarak adlandıracağımız insanlar ise bu kulelerin etrafında yaşıyor ve diğer insanlara hastalık yada enfeksiyon bulaştırmamak için halka karışmadan ömürlerini burada sürdürüyorlarmış. Açıkçası inanışları doğrultusunda bu işi severek yapmış olsalar da çok zor bir yaşam. Bu gelenek yakın zamana kadar sürse’ de, İran’ da artık yasaklandığı için uygulanmıyor, Zerdüştlerde artık ölülerini onlara ters gelen toprağa ama beton içindeki toprağa gömüyor ve toprağın kutsallığını bozmaktan kaçınıyorlarmış.
   Sabah erken saatlerde buraya gelsek de Turist otobüslerinin bizden önce geldiğini görüyoruz. Herkes hava daha ısınmadan kulelere tırmanmak istiyor. Bizde sıcağa kalmadan ara ara fotoğraf molaları ile yukarı doğru tırmanıyoruz. Kulenin içine girdiğinizde açıkçası çok çarpıcı bir görüntü yok, etrafta duvarlar, yuvarlak formda bir alan ve ortada bir çukur. Etrafınız duvarla kaplı olduğu için tırmandığınız yolun ne anlama geldiğini bile yeterince hissetmiyorsunuz. Ancak girişin hemen dışında durup etrafınıza bakınca insanların omuzlarında o yükle, üstelik şimdi bizim gibi turistlerin tırmanması için yapılan merdivenler olmadan oraya nasıl tırmandıklarını ve inançlarını biraz olsun anlayabiliyorsunuz. Buradan bakınca bir zamanlar ciddi uzaklıkta olan Yazd şehrinin artık Dakhmeh’ e yanaştığını görüyoruz. Hızlı bir tempoyla merdivenleri iniyor ve bu kutsal alanı terk ediyoruz.
      Artık Şhiraz yolundayız, hava sıcak, Alp hasta. Yolumuz üstünde Pasargadae isminde Dünya Mirası olan bir antik yer var.  Gelmişken burayı görmemek olmaz diyoruz. Bir çok kilometre yol aldıktan sonra, buranın yoluna sapıyoruz. Tam sapakta gerçekten güzel bir lokanta var ve en önemlisi gerçekten çok temiz bir tuvaletinin olması. Düşünün klozet var, tuvalet kağıdı var, daha ne olsun. Öğle yemeği işini de burada halletmeye karar veriyoruz ve 5 km. ötedeki Pasargadae’ ye gidiyoruz. Çok güzel, iki tarafı güllerle kaplı bir yolu var. Veee hepsi o kadar…. Tamam içeride bir anıt mezar var ve ancak elektrikli arabalarla gidilen bir yolun sonunda da birkaç taş. Belki burası daha kazılmamış olabilir diye düşünmeye çalışsak da buraya gelmek, bence tamamen vakit kaybı, zaman ayırıp adamların egosunu şişirmenin hiçbir anlamı yok. Bence buranın adı Pasargadae değil olsa olsa Fasaryade olmalıydı. Ülkemiz bundan bin kat daha değerli ören alanları ile dolu… Burasının bizde bıraktığı tek olumlu şey girişteki tuvaletleri tertemiz olan tesis. 
   Gene yoldayız, hedef önce Nakş-ı Rüstem sonra da Persepolis. Zaten birine varınca neredeyse öbürüne de varmış oluyorsunuz, araları sadece 10 km kadar.
    Nakş-ı Rüstem, Ahameniş İmparatorluğunun en çok hayranlık uyandıran antik yerleşim alanı. Rüstem’ in tahtı anlamına gelen bu yerleşim alanındaki bu mezarlar  MÖ 4. ve 5. Yüzyıllarda yaşayan Ahameniş krallarına  ait. Ancak yüzeydeki kabartmalar MS 3. Yüzyılda Sasaniler tarafından oyulmuş. Burası antik mezarlık alanı olsa da Sasaniler burayı MS 7. Yüzyıla kadar önemli bir ayin alanı olarak kullanmışlar. Aslında Ahameniş’ lerden önceye tarihlenen bir sürü kabartmanın yanında, Sasaniler tarafından oyulmuş; üzerinde Ahamenişler’ e ve Sasaniler’ e özgü olmayan bir elbise ile ileriyi gösteren bir şapkası olan adam figürünü Firdevsi’ nin;  Şehname / Shannameh eserindeki mitolojik kahramanı olan Rüstem’ le ilişkilendirmişler.  Bu mezarların üzerlerinde de Zerdüşt sembolleri görülüyor. Bu mezarlar çok güzel olsalar da burada değil biraz ilerideki Persepolis’ de vakit geçirmek istiyoruz.
   Kısa bir sürüş ve sonunda Persepolis. Burası için söylenecek tek şey var. Muhteşem… Hikayesi ise şöyle;  Kralların kralı olan I. Darius, Anadolu’nun batısından Hindistan’a kadar uzanan geniş ve görkemli bir imparatorluk kurdu.  Kral Darius gücünün zirvesindeyken başkent Persepolis’ te, bugün İranlıların Taht-ı Cemşid olarak adlandırdıkları büyük bir taht ile güç ve görkemini simgeleyen etkileyici saray kompleksini yaptırmış. Mezopotamya mimarisinden ilham alarak MÖ 518-516 yılları arasında yapılan saray, İran tarihinin en görkemli döneminin kalıntılarının izlerini taşıyor. Persepolis’te kral sarayları, Rahmet Dağı’ nın eteğine, taşıma toprakla yapılan, tepesi 473 metre uzunlukta, 86 metre genişlikte ve 13 metre yüksekliği olan yapay bir tepe üzerinde kurulmuş. 150 yıl boyunca yapımı süren Persepolis, Darius’dan sonra tahta çıkan I. Serhas (Xerxes) ve Artakserkses (Ardaşir) tarafından büyütülmeye devam edilmiş. 125.000 m2 lik alanda tören salonları 10.000 kişi alabiliyormuş. Yamaçta yer alan kaya mezarları var. Söylemeye utanıyorum ama oraya kadar gitmişken onlara tırmanamadım.

   






UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alan antik şehrin duvarlarındaki etkileyici kabartmaların her biri başlı başına bir sanat eseri, antik kentin girişinde ziyaretçileri karşılayan devasa heykeller var. Ancak her güzel şey gibi burasının da sonu gelmiş. MÖ 330 yılında III Darius döneminde İskender gelmiş ve tüm Pers krallığı gibi bu şehri de yağmalamış ve sarayı yakmış. Bu yağmalama sırasında ne kadar çok sanat eserinin, kitapların yok olduğunu tahmin etmek imkansız. Bir süre de Makedon eyaleti olarak kalan Persepolis zaman içinde neredeyse kaybolup gitmiş. Ben şahsen varlığını Şah Rıza Pehlevi’ nin 1971 yılında düzenlediği “İran Şahlarının 2500. Yılı” gösterilerinde öğrendiğim bu kent, gerçekten de 1971 yılına kadar neredeyse unutulmuş. Düşünün kutlamalar yapılabilsin diye sadece 1 kamyon dolusu burayı yuva yapan yılan ve akrebin buradan toplandığı söyleniyor. Kutlamalar için buraya harcanan paralar, burasını tekrar ayağa kaldırmış ama Şah Rıza Pehlevi’ nin de sonunu getiren ekonomik olaylardan birisi olmuş. 
















     Biz buraya varıp, girişten ilk adımımızı attıktan sonraki yorumumuz “iyi ki geldik” oldu. Burasını anlatmak için arkeolojik bilgim yok, sanat eserlerini tanımlamak için bilgim de yok. Ancak gördüğüm bir çok tarihi alan içinde burası ilk 10 da yer alır. Muhteşem bir yer. Hızla gezsek de burası bitecek gibi değil, her köşede başka bir şey var. Akşamın çökmesine yakın, güneş ışıklarını öyle bir açıyla gönderdi ki kalıntılar inanılmaz bir renk aldı ve herkes resim çekmek için yarışmaya başladı. Saatlerin nasıl geçtiğini anlamadık bile alanın kapanış saatine kadar kalıp o atmosferi içimize çektik. Çıkışa geldiğimizde neredeyse hava tamamen kararmıştı. Çıkışta çok güzel bir otel var, nasıl izin verilmiş de buraya yapılmış bilmiyorum ama bulunduğu yer neredeyse ören yerine 200 mt. Bu yakınlıktan  dolayı da fiyatları oldukça yüksek.  Biz burası yerine 2 km. kadar ötede bir koruluğun içinde yer alan Turist Oteli tercih ettik. Turist Otel çok bakımlı bir bahçe içinde bungalowlar şeklinde bir oteldi. Pazarlıkla; söyledikleri fiyatı 3 te 1 oranında düşürdük ve orada kaldık. Akşam yemeği için yakındaki kasabadan bir şeyler alıp çok geç olmadan yataklara gömüldük.








 Sabah kahvaltımızı yapıp Şiraz yoluna düştük. Şiraz’ a vardığımızda arkadaşımız Nader’ i arayıp bize bir otel bulmasını rica ettik ama o arada bizde bazı yerlere baktık. Bulduğumuz ilk yer bir hostel, şehir merkezinde daracık sokakların içinde gerçekten çok sevimli. Ancak diğer müşterilerle ortak tuvaleti ve banyosu olan küçücük oda için istenen rakam “kör tuttuğunu öper” misali. Biz buraya bakarken Nader bize bir otel buldu Arg Hotel. Eğer Şiraz’a gitmek istiyorum nerede kalayım derseniz kesinlikle burada kalın derim. Fiyatı gayet ekonomik (hostel’ den daha ucuz), odalar gayet büyük, rahat, banyosu tertemiz ve ayrı kocaman bir duş kabini var  (tüm İran’ da gördüğümüz tek duşakabin). Ayrıca otoparkı da var.   Biraz dinlenip kendimizi yollara atıyoruz, şansımıza bugün Cuma ve görmeyi istediğimiz birçok yer kapalı.  Dışarıdan gayet hoş gözüken Kerim Han Kalesi ilk durağımız, içeride inanın görmeye değecek tek yer hamam alanı birde yerel sanatçıların orada elleriyle yaptıkları hatıra eşyalar. Kalenin dış görüntüsü daha güzel, sıcaktan duvar diplerine sürünerek hızlı bir tur atıp Vekil Çarşısına gidiyoruz ama kapalı. Şansımıza açık olan yerleri yani alanları güneşin izin verdiği kadar gezip otele döndük. Akşam gün kararırken hemen otelin karşısında bulunan iki tane sokakta bit pazarı gibi bir pazar kuruldu. Sokak boyunca dükkanlar da açık ama insanlar daha çok yere serilen örtüler üzerindeki jant’ dan tornavidaya, canlı tavuklardan çaydanlıklara aklınıza gelen her şeyin satıldığı nesnelere yönelmiş durumda. Burada yaklaşık 1 saat kadar dolaştık.  Onların bize yabancı olmamızdan ve resim çekmemize nedense düşmanca bakmalarından dolayı fazlasıyla rahatsız olsak da gezmekten keyif almaya çalıştık. Sonra tekrar otele dönüp, akşam yemeğini otelin terasında yedik. Teras çok güzel bir Şiraz manzarası sunmanın yanında daha çok kurtarılmış bölge gibi.. İran’dasınız ama İran’ da değilmiş gibisiniz. 




    Burada İran’ ın bizi ne kadar yorduğunu anlıyoruz ve hızla dönmeye karar veriyoruz. Bir Ülke yaklaşık 10 yılda ne kadar geri gider diye merak edenlere İran’ ı örnek gösterebilirim. Belki daha modern binalar yapılmış, belki daha turistik olmuş, endüstri (otomotiv endüstrisi) gelişmiş falan olmuş ama başka ve daha önemli bir şey olmuş. Okuma yazma oranı yüksek olsa da üniversite mezunu gerçek entelektüel bir çok iyi beyin yurt dışına gitmiş, ülkeyi terk etmiş. Geride kalanlar Molla rejiminin istediği gibi, koyun gibi (burada koyunlardan özür dilerim) bir topluluk oluşturmuş. Bu sokakta da böyle, devlet dairelerinde de böyle. Elbette bunda batının uyguladığı ambargoların da önemli rolü var. Onlar bunlara ambargo uyguladıkça, kısıtlamalar getirdikçe buradakiler de; o insanlara düşmanca duygularla dolmuşlar. Bu aslında bir ikilem, bir tarafınız buna isyan ediyor, hiçbir halka bir başka halkı ezme fırsatı verilmemeli diyor, bir taraftan da bunlar bu davranışı hak ediyor diyorsunuz. Geride kalan bu halk inanın son derece görgüsüz, hoş görüşüz, kaba saba, çirkin bir topluluk haline dönmüş. Düşünün siz yabancısınız, konuşmanızdan, kıyafetinizden, tavırlarınızdan belli, bir şey soruyorsunuz. Karşınızdaki insanlar size cevap vermek yerine kendi aralarında konuşup size bakarak, sizin hakkınızda gülerek konuşuyorlar. Bu inanılmaz rahatsız edici bir durum. Elbette içlerinde son derece düzgün insanlar var ama onlar azınlıkta kalmış,  (Onları bu konunun dışında tutuyorum)  genel duruma bakarsanız neredeyse yoklar. Maalesef o öğündükleri, gurur duydukları, yaklaşık  2500 yıllık Pers kültürü falan ortada yok. Kültür yaşatırsanız var oluyor yoksa iki üç tane taşa bakarak biz şöyle milletiz, böyle milletiz, geçmişimiz falan filan hepsi yalan… İran’ lı kadınlara gelince, erkeklere nazaran daha zarif ve daha yardımsever daha girişkenler. Bu arada rejimin getirdiği yasaklar gereği saçlarını biraz örtseler bile, çoğu burun estetikli, bol makyajlı, manikürlü uzun tırnaklı falan ve iletişim konusunda çok daha kibar çok daha istekliler. Belki garip gelebilir ama hiç birisi de mazlum gibi durmuyor, genci yaşlısı omuzlar geride dimdik yürüyorlar. İnanılmaz bir marka düşkünlüğü kadın, erkek hepsinde göze çarpıyor. Jean pantalonlar, marka güneş gözlükleri (çakma değil), Iphone telefonlar.  Amerika’ ya saydırıyorlar ama her yerde Dolar en geçerli para birimi, en küçük bakkal da bile Coca Cola ve Sprite satılıyor. Hazar kıyısında ki onlarca mağaza  Amerikan marka isimleri taşıyor ve batılı ürünler satıyor… Kısacası molla’ lar memleketin içine etmiş ama tek başlarına değil, nerdeyse tüm İran halkı ile birlikte. İran halkı o günlerde Şah devrilsin diye uğraşmış ama şimdi bazıları “şah dönemi çok daha iyiydi”  diye dövünüyor ama ne çare.
   Ertesi sabah kalkıp döviz bozdurmak için çarşıya gidiyoruz. Koca Şiraz meydanında bir tane döviz bürosu var. Ona gittiğimizde önce saat 10 da açılacak diyorlar, saat 10 olduğunda ise 11 de deniyor. Vakit geçirmek için arka tarafta bulunan Vekil Camii’ ni ve Vekil çarşısını geziyoruz. Camii için söylenecek tek şey dışarıdan göründüğünden çok daha büyük olduğu. İç içe bir sürü bölümden oluşuyor, gerçekten güzel. Ancak çarşı vasat, bir sürü Ortadoğu ülkesinde rastlanan türde bir yer. Bekleme uzun sürdüğü için Sadi’ nin ve Hafız’ın türbelerine gidelim diyoruz, ikisine de gidiyoruz ama araba park etme sıkıntımız oluşuyor açıkçası içeriye girmek de içimizden gelmiyor. Şartları zorlamadan dövizciye geri dönüyoruz. Nihayet para bozdurup, otele dönüp eşyalarımızı alıyor ve şehri terk ediyoruz.









      Hedefimiz İsfahan. Farsça “İsfahan Nefs-i Cihan”  yani “ İsfahan Dünyanın Yarısı”  dedikleri kent. İsfahan tarih boyunca birçok medeniyete şahit olmuş. Kimine başkent olmuş kiminde de sanat ve bilimin en önemli şehirlerinden olmuş. Buraya Alp’ le birlikte daha önce gelmiş ve hayran olmuştuk. Bu kez de yolumuzu buradan geçirerek İran’ ı biran önce terk etmek istiyoruz.  Aslında burada görmeyi istediğimiz bir çok eser var.  Ama önce Şiraz’ la İsfahan arasındaki 500 km’ lik yolu kat etmemiz gerekiyor. Bu yüzden yolda oyalanmadan tam gaz Isfahan’ a gidiyoruz. Yolda Nader arkadaşımızı arayarak bize otel bulmasını rica ettik, sağolsun bize güzel bir otel buldu Sunrise Hotel. Burası da Yazd’ da kaldığımız otel gibi ortada küçük bir avlusu olan, etrafında odaların sıralandığı çok sevimli bir tesis. Oteli önceden ayarlamanın avantajıyla yer arama stresinden kurtulduk, otele eşyaları indirdik ve hemen akşam yemeği için dışarı çıktık.
 Meşhur Si-o-seh Köprüsü yani 33 köprüsü (33 tane kemeri olduğu için) yakınında bir park yeri bulup yakındaki pizzacıya daldık, karnımızı doyurup biraz soluklandık. Sonra da İsfahan’ ın en meşhur iki köprüsünden biri olan bu köprü ile fotoğraf çekmeye koştuk. Zayende Nehri üzerindeki yaklaşık 300 mt uzunluktaki bu köprü gece ve gündüz sürekli insan dolu. Kimi altta suyun kenarında çay içiyor, kimi bizim gibi resim çekiyor. Açıkçası köprü, gece çok da  güzel resim veriyor. Diğer köprü ise hemen yakındaki Khaju köprüsü ama biz ona gitmedik. Sonra yine klasik otele dönüş ve uyku… 




 Sabah otelde bizi bir sürpriz bekliyor. İran’ da yediğimiz en mükemmel ve bol çeşitli kahvaltı bu küçük butik otelde karşımıza çıkıyor. Şaka gibiydi, inanamadık. Kahvaltı sonrası kendimizi “Nakş-ı Cihan “ Meydanına (Dünyanın Resmi) atıyoruz, bugün buraya “İmam meydanı” da diyorlar. 512 mt ye 163 mt genişliğiyle 1629 yılında yapılan bu meydan dünyanın en büyük ikinci meydanıymış. Bu meydanın etrafı Camiler, Saraylar ve meydanı çepeçevre saran kapalı çarşı ile kaplı. Kapalı çarşı içinde esnaflar bugün bile, elle çini boyayıp, gümüş ve bakır kakıyorlar. Camiler ise inanılmaz çinilerle kaplı.
   Meydanı dolaşıp giderken, yol üzerindeki hanlardan birinde Türk kahvesi pişiren bir yer buluyoruz. Burada kahvelerimizi içip soluklanıyor ve yol planı yapıyoruz.

  İsfahan, ağaçlı geniş caddeleri, camileri, sarayları, köprüleri ile çok güzel bir şehir. Belki bir çok insana göre İran’ ın en güzel şehri ancak şansımıza Eylül’ ün neredeyse sonu gelmesine rağmen çok sıcak bir hava vardı ve sokaklarda dolaşmak çok yorucuydu. Ayrıca İran ve İran halkı bizim sabırlarımızı çok zorladı ve bu güzelliğe rağmen burayı da terk etmek için acele ediyoruz. 













       Hedef Tebriz ama gece Zencan’ da konaklamak istiyoruz. Yolda gene mazot vs arama işleri, sıcak hava derken yol üzerinde bir yerde masa açıp bir şeyler atıştırıyoruz. Yaklaşık 600 km yol yapıp Zencan’ a vardığımızda akşam olmuştu. Önce bir yemek yiyelim diyoruz, girdiğimiz lokanta da herkes Türkçe konuşuyor. Bu kadar düzgün Türkçe nereden diye soruyoruz, aldığımız cevap “biz Türküz” oluyor. Açıkçası çok da hoşumuza gidiyor. Tebriz’ de Türkçe konuştuğumuz insanlar “Biz Azeri Türküyüz” diyordu. Buradakiler ise direkt olarak “Türküz” diyorlar. Güzel bir yemek sonrası biraz olsun kendimize geliyoruz. Nader sağ olsun burada da bizim yardımımıza koşuyor ve bize otel buluyor. Bu seferki otel daha vasat ve resepsiyondaki adamın bakışları çok kötü ama yapacak bir şey yok, odalara çıkıp yatay pozisyona geçiyoruz. Tüm İran’ da otellere girişte ister ücreti peşin ödeyin ister ödemeyin fark etmiyor, muhakkak pasaportları alıyor ve çıkış zamanınıza kadar tutuyorlar.

     Sabah çok erken saate kurduğumuz telefonun alarmıyla uyanıp erkenden yola çıkıyoruz. Çıkışta bir benzinci bulup mazot alıyoruz. Benzinci de Türk. Yıllar önce Türkiye’de nasıl gezdiğini kısacık sürede anlatıyor. Hedef 310 km ötedeki Tebriz. Burada polis merkezini bulup aldığımız plakayı teslim edeceğiz, yoksa İran’dan çıkış yapamıyoruz. Hızlı bir sürüşle Tebriz’ e varıyoruz. 1 saatten fazla bir arayışla sonunda aradığımız Polis merkezini buluyoruz. Kocaman bir alan, yüzlerce araba, daha fazlası insan var. Her yerdeki yazılar Farsça, gözümü karartıp müdür odası olduğunu sandığım bir odaya daldım. İçeride 4 kişi var, Türkçe olarak derdimi anlatsam da masanın ardında oturan kişi (sanırım müdür olan) ne dediğimi anlamayıp bana farsça sorular sormaya başladı. Farsça bilmiyorum dediğimde koltukta oturan bir adam ayağa kalktı ve bana “benimle gelin size yardım edeyim” dedi. O önde biz arkada bir sürü yerden geçtik, sonunda bizim kolaylıkla bulamayacağımız bir yere geldik. Burada üst baş araması ve kimlik kontrolü yapılmasına rağmen bizi götüren kişinin bir el hareketi ve oradaki polislere bir şey söylemesiyle hepsi geri çekilerek bize “içeri buyrun” dediler. Buradan başka bir yere geçtik ve oradaki 4 yıldızlı bir polisin kapısına geldik. Bizi getiren kişi burada inanılmaz bir hürmetle karşılandı, derdimizi anlattı. Farkında olmadan belki de oranın en forslu insanını bulmuş olmalıyız. Buradaki komiser bizi anladığını ama bu işi burası yerine Urmiye’ de yaptırmamız gerektiğini söyledi. Teşekkür edip hayal kırıklığı ile ayrıldık, yaklaşık 2 saatimiz de burada boşa gitti.
   Tekrar yola koyulduk. Urmiye buraya 150 km. Ne kadar zorlasak da yol 2 saat sürdü. Yol üzerinde bir bölüm var, hakikaten güzeldi. Yol; Urmiye gölünün ortasından geçiyor. Göl alg’ lerin etkisi ile özellikle kenarlarda pembe bir renk almış.  Yolun o hali ve göl hakikaten bizlere hoş bir manzara sundu. Maps me sayesinde şehrin öbür ucundaki polis merkezini bulduk. Alp evrakları kapıp içeri daldı, biraz sonra yanında genç bir sivil adamla dışarı çıktı ve alanın dışındaki taksicilerin yanına gittiler. Sonra da bize yanlarına gitmemiz için işaret ettiler. Olayı sonra anladık. Burası gitmemiz gereken yer değilmiş, orası şehrin başka bir yerindeymiş. Alp’ in konuştuğu genç adam (bayağı üst kademeden birisi sanıyoruz çok güzel Türkçe konuşuyordu) bizim saat 14.30 dan önce işlemleri yapabilmemiz için adresi rahat bulalım diye oradaki taksiciyi tutarak işimizi kolaylaştırdı. Alp ve Taksici önde, Hilal’ le ben arkada son sürat gidiyoruz. Dedim ya, bu adamlar sürüş konusunda manyak diye, bu da çok farklı değil. Zor bela adamı takip ederek doğru adrese ulaştık. Burada da derdimizi anlattık, bizi bir bankodan bir bankoya defalarca gönderip, ne olduğunu anlamadığımız bir sürü evrak doldurdular. En acayip olanı 3 yıldızlı bir polisin bankoya kadar uzattığı ayaklarını hart hart kaşıyıp sonrada doldurduğu evrağı bize uzatmasıydı. Sonunda plakaları bizden teslim aldılar ama arabayı görmek istediler. 3 yıldızlı bir polis, sivil bir adam, 8 yaşlarında bir çocuk arabanın yanına gittik, arabanın her yerini kontrol ettiler ve sonunda o sivil adam (oranın en mühim kişisiymiş) cebinden bir mühür çıkarttı, evrağı mühürledi sonra imzaladı ve arabasına binip gitti. Yani o polis merkezine 5 dakika geç gitmiş olsak işimiz olmayacakmış, adamı kapıdan çıkarken yakalamışız.   
     Bu arada saat 14.30 artık rahatız diyerek öğle yemeği için yakında bir yer bulup bir şeyler yiyoruz. Burada da çoğunluk Türkçe biliyor. Buradan en yakın sınır;  50 km. ötedeki Sero / Esendere sınır kapısı, ancak biz girişimizi Hakkari üzerinden yapmak istemiyoruz. Bu yüzden hedefimiz 150 km ötedeki Razi / Kapıköy sınır kapısı. Bu yola girdikten sonra, bu yolun çok dar, virajlı, yer yer yol yapım çalışmaları ile dolu olduğunu görüyoruz. Bu yüzden hızımız çok düşük, saat 18.00 de sınıra 8 km kala Qotur diye bir köy girişinde duruyoruz. Hem haritada görünen benzinciyi arıyoruz hem de ihtiyaç molası vermek istiyoruz. Yol üzerindeki bir lokantadan tuvaleti kullanma izini istiyoruz. Çok güzel Türkçe konuşan lokanta sahipleri bize birisi iyi birisi kötü iki haber veriyor. İyi haber; aradığımız benzinci tam karşı arsanın içinde. Kötü haberse; Gümrük her gün İran saati ile 16,30 Türkiye saati ile 17.00 ’ de kapanıp ertesi sabah açıklıyormuş. Yani Gümrük kapalı….
   Bu can alıcı haberden sonra suratımın ne renk aldığını tahmin edebilirsiniz. Nereye tutunacağımı bilemedim. Gezmek için yıllarca heveslendiğimiz ancak biran önce bu sevimsiz yerden kaçalım dediğimiz ülke bizi salmıyor. Şaka gibi.
   Bu lokantada oturup bir çay içiyor, durum değerlendirmesi yapıyoruz. Urmiye’ ye dönüp oradan Doğubayazıd’ a dönmek şu saat itibariyle imkansız. Yaklaşık 500 km yol, üstelik 150 km lik kısmı virajlı ve yol yapım çalışmaları var. Arabada uyuruz derken, lokantanın sahibi olan Ali Rıza isimli genç bize köyde 2 tane otel olduğunu söylüyor. İnanamıyoruz ama görmeye gidiyoruz. İkisi de birbirinden kötü. Biz daha az kötüyü tercih ediyoruz. Burası üç yataklı ama içinde hiç olmazsa tuvaleti olan bir oda ve pencereden bakınca arabamız da gözüküyor. Otel işini ayarlayıp Qotur’ u geziyoruz, bütün köyü turlamamız 5 dk kadar sürmemiştir. Şaşılacak sayıda bakkal var, abiye kıyafetler satan bir mağaza, birkaç tane de nalbur gözüme çarpanlar. Akşam olduğu için evine dönen çobanlar ve yüzlerce koyun görüyoruz. Köy ana yola bir demir köprü ile bağlanmış, koyunlar da buradan geçiyor arabalar da. Ali Rıza’nın lokantasına geri dönüyoruz. Bize akşam yemeği olarak yağda kızartılmış tavuk hazırlıyor, elbette yanında pilav var. Sonra da çaylar geliyor ve oldukça ilginç bir sohbet dönüyor aramızda, otele dönüş saati İran’da ilk kez “Konuğumuz Olun” sözü burada gerçek çıktı. Yemek parasını bir türlü almak istemeyen Ali Rıza ısrarımız karşısında sadece çay parası gibi bir şey aldı. Ertesi sabah kahvaltı öncesi buluşmak için sözleşerek güzel otelimize döndük.

    Sabah gümrük 8,30 da açılıyormuş, yol çok yakın. Bu nedenle çok acele etmeyip saat 7,30 da erken açacağını söyleyen Ali Rıza’nın lokantasına gidiyoruz. Ama lokanta kapalı, bizde tam karşısındaki kahve bakkal karışımı yerde durup bir şeyler alarak çay eşliğinde kahvaltı yapıyoruz. Burada unutmadan söyleyeyim. İran’da yol üzerindeki satış yapan bakkal, market, büfe adına ne derseniz deyin hepsinin önünde devasa bir sıcak su kazanı var. İnsanlar gelip buradan çaylarına, termoslarına sıcak su dolduruyorlar.  Yola koyulduğumuzda yol üzeri kartonlarla sigara satan bir sürü insan ortaya çıkıyor, durmayıp gümrük alanına devam ediyoruz. Saat 08,30 bahçe kapısı gibi bir kapının önünde 3 – 4 araba bekliyoruz. Bu esnada bir sürü insan geliyor ellerinde kocaman valizler, çantalar.                
   Hepimiz bekliyoruz. Derken kapı açıldı ve bir kısmı toprak bir yoldan yaklaşık 2 km kadar gidip konteynerlerden oluşan İran gümrüğüne vardık. Karşı tepede ise Ay Yıldızlı bayrağımız dalgalanıyor, ne kadar yakınız ama çok da uzağız. Bu sefer hazırlıklıyız. Alp bekleyecek biz gümrükten geçtikten sonra geçecek, bir daha birbirimizi kaybetmeye gerek yok.  Hemen yanımıza bir İran’ lı yanaşıyor, gümrük işlerimizi hızlandırmak istiyor. “Kaç para vereceğiz” diyorum, “para önemli değil ben size yardımcı olurum, ne verseniz olur, vermeseniz de olur” diyor. Kabul ediyoruz, herif Allah’tan prosedürü biliyor. Elimizdeki Triptiğin boş bir sayfasının fotokopisi çekilmesi gerekiyormuş. Bu iş için sigortacıyı bekliyoruz çünkü fotokopi bir tek onda var. Derken adam geldi ve kopyayı çektirdik. Sonra bir başka müdürü bekledik, o geldi o boş kopyanın üzerine bir şeyler yazıp başka bir müdüre gönderdi. Bu gittiğimiz müdür Yol vergisi adı altında makbuz falan vermeden 75.-TL tahsil etti ve evrağa bir kaşe vurup bizi başka bir vezneye sevk etti. Bu gittiğimiz yerde bizden mazot farkı tahsil edeceklermiş. Yani bizim ülkemizdeki mazot fiyatından, kendi ülkelerindeki mazotun fiyatını çıkartıp, arabanın depo kapasitesi ile çarpıyorlar. Bu işleme o kadar önem veriyorlar ki bu veznedeki adamlar gelmeden ülkenin gümrük kapılarını yayalar için bile açmıyorlar. Veznenin önü tıklım tıklım, neyse ki bizim adam iri yarı. Önemli hususlardan birisi de burada ödemenin İran kredi kartı ile yapılması, “ee bizim yok” diyorum, adam elindeki kartı gösteriyor. O ödeyecek, bizde ona ödeyeceğiz. Nihayet adamlar geliyor ve işlemler başlıyor. Bu arada Türk bir şoför arkadaş var onunla konuşurken o “gel benimle” diyor ve sonradan yapılacak iki ayrı mühür ve imza işini onun sayesinde yapıp zamandan kazanıyoruz. Bu arada veznedeki işimiz de halloluyor ve başka bir imzaya sonra başka bir imzaya, sonunda triptik karnemize çıkış damgası vuruluyor. Adama çıkartıp, mazot parasını Türk Lirası olarak, cüzdan da kalan son İran paralarını da (yaklaşık 5.- USD) hizmet bedeli olarak vermek istiyorum. İlla Türk parası istiyor, biraz önce ne verseniz razıyım derken 50.-TL’ ye razı oluyor ( Ama çıkışta Alp’ e bizim çıktığımızı haber verirken ondan da bir 20.- TL istemeyi ihmal etmemiş). Artık son evrakları teslim edip kapıdan çıkacağız ki kapının ağzındaki adam kulübe den evraklarla yanına gitmemi istiyor. İçeri girdiğimde evraklara hiç dokunmadan “bize çay parası yok mu” diyor. Hay ##@##@@&&. Cüzdanı açıp gösteriyorum. Kibarca içinden o kalan İran paralarını alıyor ve evraklara hiç dokunmadan bize iyi yolculuklar diliyor. İran’ dan çıktığımıza inanamadan, biraz ilerideki modern Türk gümrüğüne giriyoruz. Orada Pasaportlarımız damgalanırken “nihayet Türkiye’ deyiz değil mi” diye birbirimize soruyoruz.  Sırada Gümrük kontrol var, aracı yanlarına götürüp, “rahat rahat arayın acelemiz yok” diyorum. Yaklaşık 2,5 saat süren gümrük geçişimiz tamamlandığı ve İran’ dan kurtulduğumuz için sevinç içindeyiz. Alp’ i beklerken yolcu çıkış yerinden çıkan İran’ lı kadınları seyrediyoruz. Hepsi ama hepsi çok şık, bol makyajlı, ayaklar pedikürlü, eller manikürlü, saçlar açık özgürlüğe yürüyorlar.  Alp geliyor, birbirimize sarılıp, artık Türkiye' deyiz diyerek resim çekiyoruz. Hatta bir ara toprağı öpelim mi diye de düşünmedik değil. 
   Yolda güvenlik kontrolünü geçip Saray üzerinden Van’ a ulaşıyoruz. Şu ana kadar gümrük geçişi dahil 5 saatte 110 km. yol yaptık. Bu benim ilk kez Van’ a gelişim. Hilal ve Alp yıllar önce bir kez gelmişler. Bizi burada muhteşem bir şehir karşılıyor. Keşke zamanımızı ayarlayıp burada iki gün kalabilseydik.  Van’ da ilk durağımız İpek yolu caddesi üzerindeki Opet benzin İstasyonu… İnanın Türkiye’de gördüğüm en ama en temiz Opet istasyonuydu. Tuvaletler tertemiz, içerisi kokmuyor, abartmışlar lavabo önlerinde el kremi ve saç jölesi var, çalışanlar inanılmaz kibar ve güleryüzlü. Burada biraz olsun soluklanıp Van gölü kenarında bir kahve içelim diyoruz. Rastgele ilerleyip göl kıyısında bir yer arıyoruz. Sütçü Cafe bizden önce İran’ lılar burayı keşfetmişler bile. Çok huzurlu, tertemiz ve büyük bahçesi olan bir yer. Gölün hemen üzerinde, biraz uzakta havaalanı gözüküyor. Çalışanlar çok kibar ve ilgililer, burada çay tost üzerine de kahve içip rahatlayıp tekrar yola koyuluyoruz. Hedefimiz 380 km. ilerideki Erzurum. Normalde 5 saat sürmesi gereken bir yol ama yol üzerinde bir çok güvenlik noktası var,  arada da elbette bizim molalar olunca yol 7 saat kadar sürdü.
   Van çıkışında göle yukardan bakan bir noktada çay içen insanlar görüp duruyoruz. Amca’ nın biri tek odalı bir çay ocağı işletiyor. Çayda çok iş yoktu ama sohbeti ve manzarası güzeldi. Burada yıllardır arkadaşlarıma anlattığım ama aslını bulup da bir türlü gösteremediğim bir şeye rastlıyorum. Bu şeyin adı “Kırlangıç”, kavungillerden olduğunu sanıyorum, büyüklüğü mandalina ile küçük portakal arası bir yerde. Üzeri tüysüz, pürüzsüz, daha çok kavuniçi ile kırmızı renklerde, yenilmeyen, sadece koklanan bir meyve. Burada da kokusu için satılıyor, insanlar alıp evlerine, arabalarına koyuyor, onlar da çürüyene kadar mis gibi kokuyor. Hemen birkaç tane aldım tabii ki.  
 
 560   Çok güzel memleket manzaraları eşliğinde Erzurum’ a vardık. Elbette önce karnımızı doyurduk, sonra otel aradık. Bu seferki otelimiz Yedikapı Otel. Çok beğendim, bir daha gelirsek kesin burada kalırım.    
   Huzurlu bir uyku, sabah duş ve güzel bir kahvaltı sonrası eşyalarımızı alıp dışarı çıkıyoruz. Önce Yakutiye Medresesi, sonra Çifte Minareli Medrese, daha sonra Erzurum Kongre Binası. Medrese’ ler çok güzellerdi ama Erzurum Kongre Binası ve hissettirdiği duygular anlatılmaz. Düşünsenize Türkiye Cumhuriyeti’ nin temellerinin atıldığı yerdesiniz. Burada Mustafa Kemal Atatürk’ ü ve dava arkadaşlarını saygıyla andık. Sonra aradığımız Atatürk evini ve şehrin içinden çıkan Aziziye Tabya yolunu bulmayı başaramadan kös kös dolaşıp Palandöken Kayak merkezine gittik, biraz etrafı seyredip yola koyulduk. Hedefimiz km yol yapıp Erzincan üzerinden Amasya.







   Öğle yemeği için, Erzincan merkeze girdik, çarşı içinde öylesine bir esnaf lokantasına daldık. Burada garsonun tavsiyesi ile yediğim döner, açık ara ile Türkiye’ de şu son iki yıl içinde yediğim en iyisiydi.. Lokantanın adını bilsem burada yazardım ama inanın döner kebap süperdi. Tekrar yola koyulduk, ince ince yağan bir yağmurla akşam olduğunda Amasya’ ya girdik. Yolda iken aradığımız ve yer ayırttığımız Amasya Öğretmen evini bulduk ve yerleştik. Irmağın kenarında çok temiz bir yer, sokakta şansımıza park yeri de bulduk. Gerek Yeşilırmak, gerek kıyıdaki evler gerekse Kaya mezarları çok güzel resim veriyorlardı. Onları izleyerek biraz yürüdük, büyükçe bir lokantaya oturduk, sohbet ettik, yemek yedik, geziyi konuştuk. Dönüşte de Öğretmen evinin terasında oturup çay içerek günü tamamladık. Horultulu bir geceden daha sonra, kahvaltı,  yola çıkmadan önce son bir Amasya turu ve yol. 












      Bugünün hedefi 670 km. Ancak önce Merzifon’ a uğrayıp klasikleşen Alp’ in çocukluğunun geçtiği yerleri dolaşıp görme turumuz var. Merzifon’ da son gördüğümüzden bu yana çok gelişmiş ancak yollarda tamiratlar var. Biraz içeri girmemize rağmen görmek istediğimiz noktaya ulaşma yolunu bulamadık Alp’ in de hevesi kaçtı ve Merzifon’ dan ayrıldık. Yol seyahat için ideal, ne sıcak ne soğuk, içimizde nihayet eve varacağız diye bir heyecan. Öğle yemeği için Kurşunlu yakınlarında mola verdiğimizde önce bir telefon sonra da televizyonda “İstanbul’ da Deprem”  haberleri alıyoruz. Arkasından telefonlar, kısaca herkes “ İstanbul a gelmeyin” diyor. Olsun, diyerek İstanbul’ a sürdük, önce Tuzla, Alp’ i ve eşyalarını bıraktık, sonra da ev. Eşyaları falan indirmedik, arabayı park ettik, eve girip ayaklarımızı uzattık ve birbirimize bakıp “hadi geçmiş olsun” dedik.


   Ertesi gün ilk iş aracı servise götürdüm, kalitesiz mazot yüzünden enjektör memeleri yanmış, onları değiştirdim, mazot filtresi de değişti elbet. Sonuçta 1950.-TL sıkışmış araya, ucuz mazotun yahnisi bu kadar oluyormuş. İran’ da mazota ödemediğimiz parayı böylece tamire harcayınca aynı hesaba gelmiş oldu. Aynı gün klima için tamire girdik onun da arasına 480.-TL sıkışmış. Sıkışıklıklar giderilince arabamız da kendine geldi. Yine de 20 gün içinde 9100 km yol yaptık, bizi üzmedi.
   Sonuç;  İran’ a gidilir mi?  Eğer çok ama çok hevesliyseniz gidilir, yoksa oturun oturduğunuz yerde. Mazoşist değilseniz hele arabayla hiç heves etmeyin. İlla da “ben gideceğim” diyorsanız; mesela Şii inancındaysanız binin uçağa Meşhed’ e gidin İmam Rıza Türbesini ziyaret edip aynı gün geri dönün. Tarih ve Arkeoloji merakınız varsa, binin uçağa Şhiraz’ a gidin, sadece Persepoli ve Nakş-ı Rüstem’ i görün hiç oyalanmadan İsfahan’ a geçin, buranın çarşısını, saraylarını gezin ve hemen dönün. Yazd benim için önceden İran’ ın  en egzotik şehriydi ama o eski büyüsü kalmamış o nedenle Zerdüşt değilseniz ona da gitmenize gerek kalmadı demektir.  Araba ile gitmek istiyorum ama Farsca bilmiyorum, bilen biri yardım etsin diyeceklere Nader' in telefonunu seve seve veririm.
   Veee sıra geldi Turing hesaplaşmamıza. Turing’e gittik, şikayetimizi yaptık, hem sözlü hem yazılı olarak. Müdürleri olan beyefendi çok ilgilendi ve şikayet dilekçemizi aldı. Elbette maddi olarak bize geri dönecekleri yok, çektiğimiz sıkıntıları da telafi edemezler ancak çalışanların kulakları çekilir ve bizim gibi başka insanlar da mağdur olmazsa yeterli sonuca biraz olsun ulaşılmış olur.
   Biz bu seyahate kendi isteğimizle gittik ama gerçekten “keşke gitmeseydik” dedik, çok yorulduk, çok sıkıldık. Yılların dostluğu olmasa bu grup bu sıkıntıları atlatamazdı, geleli günler oldu daha yeni yeni kendimize gelebiliyoruz.. Seyahat anılarının bazı yerlerini çok süslemişsem de bunu, bu seyahati organize ettiğim için suçluluk duyguma verin. Yoksa hala aynı kanıdayım ; “keşke gitmeseydik”…   
   Merak edenler için tüm seyahat masrafımız (3 kişi için) 5.000.- TL+700.-USD tuttu. Buna gümrükte ödediğimiz rüşvet ve aldığımız yurt dışı pulları hariç, araç tamir bedeli de dahil.
   Eğer yazının sonuna kadar okuduysanız sabrınıza hayran kalmamak da mümkün değil. Sevgiyle kalın.
Ercüment Oğuz